Adnan Gerger, gazeteci kimliğinin getirdiği alışkanlıkla olsa gerek denemeleri yanında şiirden öyküye, öyküden romana uzanan verimlerini gözlemden ve araştırmadan beslemiş bir yazar görünümü çiziyor.
Gerger’in eserlerine topluca bakınca politik yanı ağır basan, coğrafyasının meselelerini, mesellerini enikonu içselleştirip evrensellik boyutuna taşıyan bir topografya ile karşılaşıyoruz. İnsanın/insanımızın yaşadığı/yaşattığı, hâlâ kanamaya devam eden/edecek yaralara dokunarak toplumcu edebiyatı benimsediği görülen yazarın, bir misyoner gibi edebiyatı uyarıcı ve aktarıcı olarak kullandığını da hissediyoruz.
Gerger, gazetecilik hayatı boyunca pek çok ödüle layık görülmüş. Ayrıca baskıcı, kıyıcı, ülkeyi kötürüm bırakan 12 Eylül dönemini anlattığı, Faili Meçhul Öfke (İmge, 2010) romanıyla Yunus Nadi Armağanı da almış.
Yazarın diğer kitapları, 1990 yılının en çok okunan öykü kitabı seçilen Firar Öyküleri (Ekin, 1990; Sümer, 1991; Dipnot, 2012); etnolojik ve folklorik araştırma, Dağların Ardı Kimin Yurdu (Başak, 1991; Babil, 2009); sosyolojik araştırma, Seni Anlatabilmek Eskişehir (Başak, 1991); şiir, Çürüyen Ü (Güldikeni, 2001); deneme, Şimdi Gözlerini Kapa (Kum, 2004); öykü, Yürürlükteki Yalanlar (Babil, 2004; kitapta yer alan “Hayat Kadını” adlı öykü 2009 yılında Çağdaş Sahne tarafından sahnelenmiş); belgesel-öykü, 12 Eylül Sürgünleri (Babil, 2004) ve roman Yüzsüz Hayat (Evrensel, 2014) ile yer aldığı bazı kolektif yayınlar.
Faili Meçhul Öfke, Dersim katliamını konu alan Bir Adı Cehennem (Büyülüdağ, 2012) ve son roman Ses ve Sus (Karakarga, 2018) bu toprakların kangrene dönüşmüş karakteristik yaralarını anlatması ve kahramanlarının aynı kişiler olması bakımından bir üçleme sayılabilir.
Yazının bir Ses’i olmalı tüm Sus’uşlardan arta kalan… Ya da Sus’uşları öngörüp Ses’e mi varmalı?
Evrensel bir Çığlığın Ses ve Sus’u Üzerine:
2018 Dil Derneği Onur Ödülü’nü de alan Gerger’in romanına adını verenin, hemen ilk ağızda roman karakteri Baba Ardavan’ın ikiz evlatları Ses ve Sus sanılsa da aslında aşağıda açılımlı değineceğim pek çok anlam karışmış.
Öncesinde üç roman yazan Gerger, dört yıllık suskunluğuna bu romanla son veriyor. Sinematografik sahnelerin hâkim olduğu eser, metafor ve imge yüklü anlatımıyla mesel diliyle sesleniyor. “Gözlerinde rövanşı alınmamış yaşanmışlıklar vardı.” (s. 51) Kanımca içerik, özel bir biçim gerektirmiş, tema da evrensel gerçekliğe dönük olunca eser mitsel bir kimliğe bürünmüş. Metnin dil ve anlatı evrenlerinin çok katmanlı olması bu yüzden. Ayrıca sorgulama ve bunun sonucunda çıkarılan varsanımlarla da felsefi derinlik kazandırılmış.
Kitapta rüya, hayal, masal iç içe. İnandırıcılık gerektiren gerçeklikse günlük hayatın sürgitleriyle satır aralarına ustaca yedirilmiş.
Yazar, kitabı birbirinden bağımsız görünen dört ayrı mesele ayırsa da aslında finalde kurguyu bütünleyerek okurun kafasındaki dağınıklığı toparlıyor. Her ne kadar toprak eliyle insanın ezeli dertleri anlatılsa da dostluğun, aşkın varlığı da belirgin olarak kendini hissettiriyor.
Ses ve Sus, üç ayrı finali ve anlatıcısı toprağın okuruyla konuşmasıyla onu içeriğine doğrudan ortak ediyor. Böylece okur metni yeniden yazabiliyor. Bunun yazar tarafından bilinçli şekilde yapıldığı aşikâr. Çünkü okur bir yandan başkalarının acılarını sorgularken diğer yandan aynı acıyı kendi bedeninde hissetmeye başlıyor. Bu etkiyi artırmak için kimi sözcükler sıklıkla birden fazla anlamda kullanılmış. “En büyük kayıp, insanın sahip olduklarının ileride ellerinin arasından kayıp gideceğini ta başından bildiği kayıplardı.”(s.17)
Roman mekânları fantastik düzlemler, ama her şey o çok bildiğimiz sorunlarıyla yaşadığımız bu acılı coğrafyada gerçekleşiyor. Dünyaya medeniyet taşıyan bu kadim topraklar, üzerinde çok çeşitli uygarlıkları, kavimleri, dinleri, dilleri yaşatırken, aynı zamanda karmaşayı da besleyip büyütmüş. Okura doğrudan geçirilmek istenen duyguysa acının vatanı, milleti, dil ve dinin olmadığı. İşte tam da bu noktada okurun bedeni, dil üzerinden kullanılıyor. Vücut somut bir şey olduğundan edebiyatla ortak dile ulaşılabileceği düşünülmüş olmalı. Yani Ses ve Sus okuru, yaşaması istenilen acıları istenildiği gibi duyduğunda, romanın derdini de anlamış oluyor. Edebiyatsa böylece acısını tek başına çeken insanın çığlığına dönüşüyor.
Görünen o ki okura yüklenen anlam bununla kalmıyor. Dâhil olmanın yanında sorgulama da isteniyor. Okurun, iktidar hırsındaki hemtürlerinin acımasızlığını içselleştirmesi, sonra da adalet kavramıyla yüzleşerek varlık nedenini anlamlandırması bekleniyor. Hal böyleyken, okurun bu katmanları hakkıyla görebilmesi için hem romanın söylemek istediklerini hem de bu özel dili iyi kavraması gerekiyor. “Kandan kan akıttılar. Çok kanadı. Çok…”(s.47)
Ses ve Sus romanı bütünsel anlamda, vatan nedir, sorusunu irdeliyor. Yüzyıllar öncesinden günümüze evrilerek ulaşmış bu olguyla yaratılan insan tiplerini belirleyip gözler önüne sererken, vatan, güce sahip olmak isteyenler tarafından ideolojik olarak kasıtlı yaratılan toprak algısıdır, diyerek kendi sorduğu sorunun cevabını da bir anlamda vermiş oluyor.
Adnan Gerger romanlarında ayırt edici bir özellik de başkahramanlarının genellikle kadınlardan seçilmesi. Nedeni, yazarın okuruna söylemek istediklerine paralel olarak kadının bu coğrafyadaki yeri, doğurganlığı, azmi ve direngenliğiyle türlü biçimlerde konumlandırılışı; dolayısıyla edebiyat açısından çok daha geniş olanaklar sağlamasında yatıyor olmalı.
Durum böyle olunca Ses ve Sus’un suskun başkişisi kadının akıl sesiyle romanı okumamız da kaçınılmaz. Bu ses hem toprağın hem de bir erkeğin, yani kadın karakterin babasının sesi de aynı zamanda. “Leyla sen bin yorgunsun, unutma! Asıl, yorgun insan her şeyi yapabilir. Ben toprak, Ben de vatan olmaktan bıkkınım.” (s.19)
Etkisiyse onu derin bir iç sorguya, yani bambaşka bir boyuta taşıyor. Çünkü suskun kadın karakter, sessizliği mukavemet alanı olarak görüyor. Öyle ki suskunluk onun için aktif bir eyleme dönüşüyor. Konuşarak değil, susarak çözüm arıyor. Bu susuşun nedeni korkaklık değil, insanlığın yaşadığı ortak acı. Çünkü Ses her zaman her yere ulaşamaz, ama Sus’kunluk Ses ve Sus‘un okurunun belleğinden silinmez. Yansıra kimliğini arayan, hayatına, üzerinde hissettiği egemen düşünceye, kabul etmediği siyasi iktidara karşı gelen ve aşkı için direnen bir kadın o.
Erk ve hissizleştirilmiş insan, dolayısıyla Ses ve Sus‘taki iktidar kavramı oldukça önemli. Romana göre bu coğrafyada yaşayanlar geçmişte olduğu gibi bugün de onunla karşı karşıya bırakıldı ve bu onu, kimi zaman hayatı pahasına, hep zor durumda bıraktı. Asıl güç dengesizliğini hesaba katarak diyebiliriz ki pek çok insan aidiyet duygusuyla varlığını anlamlandırır, onu yitirmeye başladığında yalnızlaşmaya başlar. İnsanın, toprağı bir yaşam alanı olarak değil de iktidar aracı olarak gördüğünde, aslında yetersizlik duygusundan kaynaklanan kötülüğü ortaya çıkar. Bir yandan zulüm, vahşet ve zalimliğe yaslarken sırtını, diğer yandan bunu yaşayıp/yaşatıp yaşamıyormuş gibi kayıtsız da davranır. Roman, farkına vardırmayı kendine dert ettiği bu çelişkiyi ne meydanlardaki politik söylemlerde ne de kürsüdeki törensel siyasette değil, edebiyat dilinde çözmüş görünüyor.
İlginçtir, korku da burada başlar. Çünkü çerçevesi çizilen faşist iktidarlar, varlığını tehlikede gördüğü zaman kendine biat etmeyenleri ‘bir’leştirerek ötekileştirir ve korkuyu şiddete dönüştürmekten kaçınmaz. Bunu öylesine büyük bir alana yayar ki ilgili ilgisiz her yerde etkisini görmeye başlar. Muktedir varlığını, ötekiyi yok etme üzerine kurduğundan, Ses’i tehdit görüp Sus’u kuşaklara aktarmak için tüm olanaklarını kullanır.
Toprak, buna aracı edilmek istenendir, ama toprak, yine de varlığını sürdürür. Çünkü o yok olursa iktidarlar da yok olacaktır. Yaşamsal görülebilecek, gözden kaçırılan bir nokta vardır ki o da iktidarların halkı bu cendereye mahkûm ederken kendisini de aynı korku hapishanesine bizatihi kapattığı gerçeğidir.
Ses ve Sus özetle, erkin yönetme ihtirasından, emperyalist güçlerin kapitalist vahşetinden, bu sistemleri işlerine geldiği gibi dayatmasından, uğurda kutsal değerlerler başta olmak üzere işine yarayan her türlü materyali kullanmasından, işin ilginç yanı fikirlerin taraf bulmasından, insanın dramına, kendi türüne kıyımına yine kendinin neden olmasından söz açıyor. Neoortaçağ yaşadığımız gerçeğini tüm Sus’uşları aşarak, roman diliyle umup dilediği kulaklara Ses’leniyor.
Sözü bitirmeden önce, göz ardı edilmemesi gereken belirgin bir farklılıktan bahsetmek istiyorum: Biz okurlar biliriz ki hep insan toprağa Ses’lenir, topraksa Sus’ar. Çünkü toprak kendine hâkim olanın malıdır. Var olmak ya da yok olmak gibi bir amacı, korkusu yoktur. Üzerinde yaşayanlar için sınırlar değişse de birileri onu alıp bir yerden başka bir yere götürse de yok edemez. Toprak, olsa olsa başka şeye dönüşür. Oysa Ses ve Sus’da işler böyle işlemez. Toprak, varlığını hissettirmek için bir masal anası/atası, bir bilge gibi insanın üzerinde boy gösterdiği zamandan beri içinde biriktirdiği binyılların gözlemini, aczini, kaygıyı ve pek tabii derinlerde hissettiği acıyı dile getirmek için olanca gücüyle haykırır. Bu kez o Ses’lenir, insan Sus’ar.
Peki, toprak meselini aktarabilirse, insan bunu bir başına göğüsleyebilir mi? İşte burada bizi biz yapan bir yerlerde unuttuğumuz insanca yaşama güdüleri devreye girecektir. Roman biraz da okuruna bunu hatırlatıyor.
Bana kalırsa Ses ve Sus toprağın diriltilip dillendirildiği, insan trajedisinin merkeze alınarak, yazının kalıcılığının öncelendiği evrensel bir anlatı. Bin yılların körlüğünü, gördüğünü; vurdumduymazlığını, duyduğunu; Ses’lere Sus olup gerçekte teneke gürültülerinde sağır ve dilsiz kaldığını yaygılayan, vargılayan bir roman. Farkına varan insan ders alıp değişir mi bilinmez, ama Ses ve Sus derdi olan, bunu anlatmaya çalışan bir Ses, tüm Sus’lara; okunası…