Özcan Karabulut’un Adanalı olduğu bilindiği gibi bir “Ankara yazarı” olduğu da aşikâr. Ankara’da gerçekleştirilen, aşağı yukarı son otuz yıla yayılan dönemin yazınsal etkinlikleri kabaca gözden geçirildiğinde, Ankara kökenli olmadığı halde bunları alabildiğine yoğurmayı başarmış insanlar arasında anılabilecek bir serdengeçti denebilir onun için. Bu, ister ODTÜ kökenli oluşuna verilsin, ister işçi sendikalarındaki çalışmalarına koşut Ankara’da üstlendiği, sonrasında büyük adımlarla gerçekleştirdiği yazınsal etkinliklerle hemhal oluşuna yorulsun, sonuçta Ankara’daki yazın ortamının gereğini yerine getiren, “Ankaralı yazar” nitelemesini hak eden, ötesinde Adanalı “Ankara yazarı” bağlamında anılmayı başaran biri.
Özcan Karabulut’un Türk edebiyat tarihinde bu yönüyle de önem taşıdığı düşünülürse, ona yönelttiğimiz aşağıdaki sorularımıza karşı yanıtların da aynı şekilde önem taşıyacağı pekâlâ kestirilebilir.
İşte sorular, işte yanıtları.
Özcan Karabulut adının, 1980’lerin ortalarında Yazıt dergisi ve Yazıt Yayınları ile gündeme geldiği biliniyor. İzzet Kılıçlı’nın kurduğu dergi ve yayınları, kendisiyle birlikte Ankara çevresinden dört öykücüyü daha bir araya getirmişti, Özcan Karabulut, Cemil Kavukçu, Attilâ Şenkon, Hasan Ali Toptaş. Şimdilerde Toptaş, daha çok romana ağırlık vermiş görünürken öyküde sanki “ihtiyari” bir konum yansıtıyor. Ama gerek öteki adlar, gerek siz, öyküyü hiçbir zaman ihmal etmediniz. Üçünüz de roman yayımlıyorsunuz, evet ama öyküden de asla vazgeçmiyorsunuz. Genel olarak baktığımızda aradan geçen zamanı, bugünkü Ankara’yı, saydığımız adların çevresinde o günlerdeki Yazıt’ı ve öykü dünyasını, daha özeldeyse öykücülüğümüze değerli katkı sunmuş İzzet Kılıçlı’yı göz önünde bulundurarak neler söylemek istersiniz?
Özcan Karabulut: 80’lerin sonlarında, beni Ankara’daki edebiyatçılarla buluşturan Yazıt dergisi oldu. İzzet Kılıçlı bir mektupla ulaşmıştı bana. İzzet’le Yazıt’ı, Yazıt’la Cemil Kavukçu’yu, Hasan Ali Toptaş’ı, Şükran Kozalı’yı, Tamer K. Bilgin’i, Sururi Baykal’ı ve Sabahattin Yalkın’ı tanıdım. Sonraları Attila Şenkon da aramıza katıldı. Faruk Duman derginin son dönemine yetişti. Önceleri Sakarya’daki mekânlarda buluşuyorduk, sonra Jeofizik Mühendisleri Odası’nın çatı katında toplanmaya başladık. Halil Gökhan Polatlı’dan gelirdi, Hakan Şenocak’ın da birkaç kez toplantılarımıza katıldığını anımsıyorum. Yazıt dergisini ve çevresini önemsiyor, edebiyatçı arkadaşlarla birlikte olmaktan, öyküye, edebiyata ve hayata dair konuşmalardan mutlu oluyorduk. Gitgide iyi birer arkadaş, dost da olmuştuk. Derginin sadece yönetim kadrosu değil, çevresi de öykücü ağırlıklıydı. Konuşmalarımız, tartışmalarımız olabildiğince esnek, sohbet havasındaydı daha çok, bununla birlikte üretici ve birbirimizi etkileyiciydi de. Dergiler ve kitaplar üzerine konuşuyorduk, kişisel yazma deneyimlerimizi paylaşıyorduk… Başlangıçta Yazıt, daha çok Ankara dergisi görünümündeydi, sonra gitgide Anadolu’ya açıldı. Yine de dergiyi “kapalı” bir dergi olarak görüyordum, çünkü “İstanbul ayağı” eksikti.
Bunca öykücü arasında kurulan yoğun iletişimin bir öykü dergisi enerjisine dönüşmesi kaçınılmaz olmalı, öyle değil mi?
Özcan Karabulut: En çok eleştirel yaklaşan, onun öykü dergisine dönüşmesini ya da ayrı bir öykü dergisi çıkarmamız gerektiğini söyleyen bendim. Çünkü öykü yazıyorduk, çevremizde öykü yazanları biliyorduk, yayın organlarında öyküye yeterince yer verilmediğini de görüyorduk. İzzet, derginin çevresindeki şiir, deneme ve eleştiri yazan arkadaşları düşünerek Yazıt’ın formatıyla pek oynamak istemedi. Haklıydı sanırım. Artık bir öykü dergisine de gereksinim duyulduğundan hareketle, sonradan Dekovil-Modern Öyküleradını alacak olanModern Öyküler’i derginin altıncı sayısının eki olarak çıkardık. Ek tamamen öykülerden oluşuyordu ve zamanla Dekovil’i geliştirerek bir öykü dergisine dönüştürmeyi hedefliyorduk. Ancak bu hedefe ulaşamadık. Kabul edilmeli ki tüm masraflarını biz karşılıyorduk, dağıtım sorunları da vardı. Pek çok arkadaşımız memurdu, İzzet’in ve bir iki arkadaşın dışında girişim ruhuna sahip değildik. Üstüne üstlük İzzet’i de erken kaybettik. Bu arada, yine kendi paralarımızla kendi öykü kitaplarımızı çıkarmıştık. Benim Karşı Öyküler dosyam Akademi Kitabevi ödüllerinden birini almıştı ve kitaplaşmıştı. Kendi payıma sonraki dosyalarımın kitaplaşmasını çok dert ettiğim söylenemezdi. İçimizdeki bazı arkadaşların dosyaları yayınevleri tarafından reddedilmişti. Yazıt’tan kitap çıkarma önerisine olumlu yaklaştım, iyi bir dayanışma örneği oldu. Yazıt dergisi yazarları olarak, biri Denizli diğeri İstanbul olmak üzere iki edebiyat seferi yaptık.
Nasıl karşılandınız peki? Sonrasında Yazıt yazarları olarak neler yaptınız? Şimdi geriye dönüp baktığınızda neler düşünüyorsunuz?
Özcan karabulut: Bizim için eğlendirici, bir o kadar da öğretici seferlerdi bunlar. Denizli’de Hasan Ali’yi konuşturmak için epey çaba harcamamız gerekmişti, İstanbul için de aynı çabayı harcadık. En kayda değer gözlemimizse, İstanbul tarafından taşralı yazarlar olarak görülmemizdi. Yazmayı coğrafyaya indirgeyen İstanbullu yazarlara, Ankara’da yazar olmayı anlatmakta zorluk çekiyorduk. Diyarbakır’dan tek bir öyküyle kurtulamadığım için Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanını yazmak zorunda kaldım. Öyküden kopacağımı sanmıyorum. Öte yandan romanın tadını aldım; muhtemelen bir iki roman daha yazar, boyumun da ölçüsünü alırım. Cemil, tek romanı olan Gamba’yı yazdı, sanırım bundan sonra roman yazmaz. Hasan Ali öyküde iyi gidiyordu bence. Sonra dümeni romana kırdı, sanırım o da artık öykü yazmaz. Attilâ öyküde ısrar eder, roman da yazabilir. Bu dörtlüye Faruk Duman’ı da eklemek gerekir; Yazıt’ın çevresindeki en genç ve yeni yazar olarak farklı yazınsal türlerde en üretici olanın Faruk olduğunu söyleyebilirim. İzzet, derginin, yayınevinin sorumlusu ve her şeyiydi kuşkusuz. Bugün geriye dönüp baktığımda, İzzet Kılıçlı’nın 1988-1992’deki dört yıllık dönemde bizi dergi çevresinde buluşturarak hem tek tek yazarlığımızın gelişme sürecine hem de yaşadığımız Yazıt dergisi ve özellikle Dekovil-Modern Öykülerdeneyimimizle sonraki yıllarda öykü edebiyatı ortamını etkileyecek olan öykü dergisi serüvenimizde önemli bir katkısının olduğunu görüyorum.
Siz öykü dergiciliği konusunda, belki de çok uzun süre aşılamayacak şaşırtıcı bir rekoru da elinizde tutuyorsunuz. Düşler Öyküler, İmge Öyküler, Dünyanın Öyküsü, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü adlarında dört öykü dergisinin kurucusu oldunuz ya da kurucuları arasında yer aldınız. Üstelik bunların ikisi tamamen Ankara’da üretilmiş dergiler. Öykücülüğümüzde önemli işleve sahip bu dergiler ve öykü dergiciliği konularında neler söylemek istersiniz? Hele şimdilerde Öykü Gazetesi’nin çıktığı da düşünülürse.
Özcan Karabulut: Öykü dergiciliğimin kaynaklarında Yazıt’ın önemli bir yeri olduğu açık. Bununla birlikte ODTÜ ÖTK Edebiyat Kulübü’nde arkadaşlarla birlikte çıkardığımız dergi ve bültenlerin de önemli bir payı var. Yazıt’ın son döneminde, 1992 yılında kurulan Edebiyatçılar Derneği’nin kurucuları arasında yer aldım. Yazar örgütü kurma, burada çalışma düşüncesi, Sururi Baykal dışındaki arkadaşların ilgisini çekmedi. O yıllarda bir yandan dernek faaliyetlerini sürdürürken, bir yandan da İnşaat Mühendisleri Odası’nda “Her Pazartesi-Edebiyatçılar Konuşuyor” başlığıyla etkinlikler düzenlemeye başladım. Bu etkinliklerin birinde, öykü dergisi projesini Adnan Özer’le paylaştım. Proje Adnan’ın ilgisini çekti ve Düşler Öyküler’i çıkarmaya karar verdik. Derginin hazırlıkları öngördüğümüzden uzun sürdü. Bizden altı ay kadar önce Adam Öykü, ardından Düşler Öyküler “iki üç daha fazla öykü dergisi” sloganıyla Nisan 1996’da yayınlandı. Emek-yoğun bir çabayla Düşler Öyküler’i çıkarabiliyor, dergi çıkaran arkadaşlarımızın yakından bildiği zorlukları yaşıyorduk. Bir yandan da bir başka düş kurmuştuk: Ankara Öykü Günleri. Bir yıl kadar sonra Adnan E edebiyat dergisinin hazırlıklarına başlamıştı. Adnan, E dergisinin yayınlanmasının Düşler Öyküler’in çıkmasına engel olmayacağını söylüyordu ama artık dergiyi çıkarmamamız gerektiğini söyledim ona.
Arkasından İmge Öyküler dergisi geliyor. O dönem yakinen takip ediyordum.
Özcan Karabulut: İmge Kitabevi patronluğunda İmge Öyküler çok daha kalabalık bir kadroyla Şubat 2005’te yayın hayatına başladı. Öykücü, dergi yayın yönetmeni, eleştirmen, dün-bugün adını bildiğimiz hemen hemen kim varsa, dergide yerini aldı. İmge Öyküler, Düşler Öyküler’in başlattığı öykü günlerinin, öykü günlerinin doğurduğu 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün birikimine, deneyimine, felsefesine olduğu kadar, öykücülüğümüzün ve öykü-edebiyat dergiciliğimizin birikimine de dayandı. Bir örgütlenme biçimi, projeleri kurumsallaştırma biçimi olarak da İmge Öyküler’in farklı bir anlayış doğrultusunda yayımlandığını düşünüyorum. Köşe yazıları, dosyalar, soruşturmalar, öykü forumlar, haberler, öykü atölyesi, öyküler, çeviri öyküler, kuramsal yazılar bunun birer göstergesi oldu, bence.
Ve Dünyanın Öyküsü dergisi.
Dünyanın Öyküsü dergisi Şubat 2012’de Heyamola yayınlarının patronluğunda çıktı. İmge Öyküler dergisi ve deneyimi için söylediğim şeyler Dünyanın Öyküsü için de geçerli. Dünyanın Öyküsü’nde de sistematik olarak kendi çizgimizi geliştirmeye çalıştık, aramıza yeni arkadaşlar da katıldı. Patronlu bir dünyada yaşadığımız bir gerçek. İmge Öyküler’in sürmesi için, patronun kaygılarıyla derginin kaygılarının örtüşmesi gerekiyordu. Dünyanın Öyküsü dergisinde de, patronun kaygılarıyla derginin kaygıları bir yerden sonra örtüşmedi.
Son olarak 14 Şubat Dünyanın Öyküsü dergisiyle, derneğin feshiyle finali belirlediniz.
Özcan Karabulut: Evet. 14 Şubat Dünyanın Öyküsü dergisini Şubat 2014’te çıkararak kendi işimizin “patronu” olmak zorunda kaldık. Son yirmi yılda kurduğumuz düşler, geliştirdiğimiz projeler, ulusal ve uluslararası düzeylerde gerçekleştirdiğimiz etkinlikler öykücüleri hiçbir dönemde olmadığı kadar eylemli kılmıştı. Öykü edebiyatı ortamının canlanmasına da katkıda bulunan bu eylemlilik bizi kurumsal kimliğiyle, biçimiyle, içeriğiyle yeni ama farklı bir öykü dergisi projesine, bunun kadar önemlisi öykü derneği fikrine taşıdı. Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği‘ni, bizim yirmi yılı aşkın bir sürede geliştirdiğimiz ne varsa, hepsini içine alan bir çatı örgüt olarak kurguladık. Başka bir deyişle dernek; dergi, öykü günleri, 14 Şubat, edebiyat atölyeleri vb. tüm etkinlik alanlarımızı bütüncül bir biçimde tamamlama arzusunun somut bir ifadesi, somut bir ürünü oldu. Kendi dergimizin ve derneğimizin patronu olurken, bir model geliştirebilmiştik. Bu modelin sürdürülebilmesi için derneğin istikrarlı biçimde yoluna devam etmesi gerekiyordu. Dergi düzenli şekilde yayımlanıyor, tüm etkinlerimizi sürdürüyor, edebiyat atölyelerinde yeni arkadaşlarımızla tanışıyorduk… Her şey olabildiğince iyi gidiyordu aslında. Derneği kurduğumuzun üçüncü yılında yönetimde düzeni sağlamakta zorluk çekmeye başladık. Bu yapıyla derneği sürdürmek imkânsız hale geldi. Kollektif ruhun, birlikte çalışma kültürünün günümüzde pek karşılığı yokmuş, ne yazık ki. Yeniler hemen her şeyi istiyor ve çalışmıyorlardı. Eski kuşaktan insanlar ise her zamankinden pasif ve korkaktılar. Yenilerle eskilerin ortak noktası ise, kolayca gruplaşabilmeleriydi. Bu durum çalışmalarımızı, yönetim yapımızı zaafa uğratıyordu. Gelinen noktada ya her şeyin sahibi olup patronluğu seçecektim ya da derneğin varlığına son verecektik. Patron olduğumda dergi dâhil tüm etkinliklerimizi rahatlıkla sürdürebilirdik. Derneğin varlığına son verdiğimizde ise, dergi çatısı altında yine etkinliklerimizi sürdürme olanağımız vardı. İlki için söyleyeceğim şey; patron olamazdım. İkinci alternatifte ise, muhtemelen önceki dergilerimizin deneyimini yeniden yaşamak zorunda kalırdık. Yirmi yılda dört öykü dergisi çıkarmış, on altı kez uluslararası düzeyde öykü etkinliği düzenlemiş, 14 Şubat’ı geniş bir coğrafyada kutlamıştık. Bizden sonrakilerin ilgisiz kalamayacağını umduğum bir miras vardı ortada, galiba en doğrusu bundan sonra bayrağı başkalarına bırakmaktı. Sonuçta, bazı arkadaşların ısrarlarına rağmen her iki alternatifi de tercih etmedim; derneğe, dolayısıyla derginin yayınına ve bugüne kadar sürdürdüğümüz tüm etkinliklere son verdik.
Bu sürede alınan yol, yapılan işlerin edebiyata katkısı tartışılmaz elbette. Bunca çaba, emek, zaman harcamış bir yazar olarak ne söylemek istersiniz?
Özcan Karabulut: Düşler Öyküler dergisinden başlayarak çıkardığımız dört dergiyle öykü edebiyatı ortamına yaptığımız en büyük katkı, birbirini doğuran projeleriyle, gitgide kurumsallaşan etkinlikleriyle, bir yazınsal tür olarak öyküyü yerelden ulusal düzeye, ulusal düzeyden uluslararası düzeye taşımamız, edebiyat kamuoyunun gündemine getirmemizdir. Elbette yeni öykücüleri gün yüzüne çıkararak, kuramsal yazılara yer vererek, usta öykücülerimizle söyleşerek, farklı formatlarda dergiler çıkararak öykücülüğümüze ve öykü dergiciliğimize de kendimizce katkıda bulunduk. Dört dergi çıkararak bir rekor kırmak yerine, tek bir derginin istikrarlı bir şekilde çıkmasını tercih ederdim. Yine de çıkardığımız dergilerle edebiyat tarihimizde ve edebiyat dergiciliğinde kendimizce yerimizi aldık diye düşünüyorum. 1995’ten günümüze yayımlanan öykü dergileri bundan sonra da yayımlanacak olan öykü dergilerinin birer göstergesi aynı zamanda. Demek ki, bundan sonra da ‘uzman’ öykü dergilerinin ya da öykü ağırlıklı edebiyat dergilerinin yayımlanmasını beklememiz gerekiyor. Nitekim bunlardan biri yayımlandı bile: Öykü Gazetesi. Can Yayınları sponsorluğunda ve Faruk Duman ile Ercan y Yılmaz yönetiminde yayımlanmakta olan Öykü Gazetesi’nin istikrarlı şekilde çıkacağını, formatını ve içeriğini zamanla geliştireceğini düşünüyorum.
Ankara Öykü Günleri etkinliği, sizin aracılığınızla başladı. Sonra büyük hızla neredeyse tüm Türkiye’ye yayıldı. Ankara’nın dışında İzmir, Antalya, Eskişehir, Bursa, Diyarbakır kentleri özellikle başı çekti. Derken siz, başta Aysu Erden’le dönemin P.E.N Yönetim Kurulunu da arkanıza alıp 14 Şubat’ın Dünya Öykü Günü olarak kutlanmasında öncü rol üstlendiniz, bu tarihi, kutlama geleneğini dünya yazınına armağan ettiniz. Bütün bunları yapmış biri konumuyla sizin, öykücülüğümüze doğrudan katkıda bulunduğunuz, hatta ötesinde öncü rol üstlendiğiniz çok açık. Özellikle 1990’larda başlayan hızlı yükselişte, öykünün nicelikçe yayılırken aynı zamanda nitelikçe de gelişmesine verdiğiniz katkının görmezden gelinmesi olanaksız. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Özcan Karabulut: Düşler Öyküler dergisi olarak Ankara Öykü Günleri’ni başlatırken; Ankara’nın, edebiyat ve sanat etkinliklerinin yoğun biçimlerde gerçekleştirildiği bir kent olması, ülkemizin sanat ve kültür dokusuna sahip çıkması, etkinliklere geniş bir edebiyat-sanatsever kitlesinin katılımının sağlanması gibi gerekçelerimiz de vardı. Edebiyatçılar Derneği’ni Ankara’da kurmuştuk, Ankara’nın zengin bir edebiyat dergisi geleneği de vardı: Seçilmiş Hikâyeler, Türkiye Yazıları, Yarın, Yazıt, Yeni Olgu, Oluşum, Sesimiz, Edebiyat ve Eleştiri gibi pek çok dergi Ankara’da yayımlanmıştı, örneğin. Pek çok yazar Ankara’dan geçmişti, yine pek çok yazarın bir Ankara’sı vardı. Ankara, bu ve benzeri gerekçelerle ‘öykü hareketi’nin merkezi, Ankara merkezli bir öykü dergisini ve öykü günlerine sahip olmayı hak ediyordu, bizce. Ankara Öykü Günleri üçüncüsünden itibaren uluslararası bir nitelik kazandı. On altı kez yapılan öykü günlerinde pek çok ülkeden onlarca yazar Türkiyeli yazarlarla birlikte Ankara’da buluştu, öykünün en büyük buluşması gerçekleşmiş oldu. Ankara Öykü Günleri Ankara’dan başlayarak Diyarbakır’a, İzmir’den Antalya’ya, Çanakkale’den Antakya’ya, Gazimagosa’dan Lahey, Roterdam, Amsterdam, Köln, Frankfurt, Duisburg ve Wuppertal’e geniş bir coğrafyaya uzandı. 1985 yılında Martin Grelle tarafından kurulan ve her yıl bahar aylarında Fransa’nın Saint Quentin kentinde yapılan Saint Quentin Öykü Festivali’nin uzun bir süredir yapılamadığını biliyoruz. İzmir ve birkaç kentimizde öykü günleri düzenlenmeye devam ediyor. Yakın bir gelecekte Ankara’da yeniden öykü günleri düzenlenir mi bilmiyoruz ama, on altı yıl boyunca gerçekleştirdiğimiz Uluslararası Ankara Öykü Günleri şimdiden dünyanın en eski ve en köklü festivali olma özelliğini koruyor.
Ankara Öykü Günleri, 69. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi’nde onaylanan Dünya Öykü Günü’nü doğurdu. Bunun için düşünceleriniz nedir?
Özcan Karabulut: Kasım 2003’te Ankara’da düzenlediğimiz bir öykü’forum ile 14 Şubat’ın Dünya Öykü Günü olarak kutlanmasını önerdim. Bu öneri, Türkiye’nin dört bir tarafından foruma katılan öykücüler tarafından kabul edildi. Bu önerimin kabul edilmesinde, o dönem Edebiyatçılar Derneği başkanı olmamın da bir etkisi olmuştur sanırım. 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün Uluslararası P.E.N. tarafından kabul edilmesi için öncelikle Türkiye P.E.N. Merkezi’nin projeyi Uluslararası P.E.N. Kongresi’ne taşıması gerekirdi. Ben aynı zamanda Türkiye P.E.N. Merkezi’nin bir üyesiydim, daha sonra yöneticiliğini de yaptım. Öte yandan şunu da söylemeliyim ki, Edebiyatçılar Derneği başkanı iken Uluslararası P.E.N. yöneticilerini Ankara Öykü Günleri’ne davet etmiştik. Uluslararası P.E.N.’in Genel Sekreteri Terry Carlboom, Çeviri ve Dilbilimsel Haklar Komitesi Başkanı Kata Kulavkova ve başka yöneticileri öykü günlerini gördüler, çok etkilendiler. Onlarla Türkiye’nin başka kentlerinde, örneğin Diyarbakır’da ortak projeleri hayata geçirdik. Diyeceğim, 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün uluslararası düzeyde kabulü için altyapıyı kurmuş, bizim ülke P.E.N.’ini de harekete geçirmiştik. 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nün fikir babası ve başlatıcısı olarak 71. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi’ne davet edildim. 13-20 Haziran 2005 günlerinde Slovenya’nın Bled kentinde yapılan 71. Uluslararası P.E.N. Dünya Kongresi’ne, Dünya Öykü Günü projesini P.E.N.’in ve UNESCO’nun ilkelerine göre geliştiren Aysu Erden ile birlikte katıldık. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi toplantısında bir konuşma yaptım. P.E.N. prosedürü gereği Dünya Öykü Günü projesi ikinci kez gündeme alındı ve önce Komite, daha sonra P.E.N. Delegeler Meclisi tarafından oylanarak kabul edildi. Uluslararası P.E.N. Çeviri ve Dil Hakları Komitesi 10. Ankara Öykü Günleri’nin uluslararası düzeyde kutlanması yönünde bir de tavsiye kararı aldı.
Diyeceğim, arkadaşlarımızla birlikte gerçekleştirdiğimiz Uluslararası Ankara Öykü Günleri ve14 Şubat Dünya Öykü Günü etkinlikleri öykü dergileriyle birlikte öykü edebiyatı ortamını canlandırdı ve bir yazınsal tür olarak öykü belki de hiçbir dönemde olmadığı kadar altın dönemini yaşadı. Bütün bunlarda Ankara’nın payı hiçbir zaman unutulmayacaktır kanımca.
Bütün bu girişimler, yapılanlar, dünyanın öteki dillerinde öykü edebiyatının yeniden canlanmasını da getirdi kuşkusuz. Bu aynı zamanda Türk öykücülüğünün de dış dünyada alabildiğine bilinir, tanınır olmasına katkıda bulundu. Kanımca, öykücülüğümüzün gelişimi için çabalarınız yazınsal belleğimizde hep korunacaktır. Söyleşimize ayırdığınız zaman için teşekkür ediyoruz.
Özcan Karabulut: Ben de Derya Derya size ve Lacivert’e çok teşekkür ederim.