“Ben’in kendini inşa edişine dair başka zamanlardan, başka öznelerden devraldığımız bir şeyler var. Neyin mirası bu?”
Okan Yılmaz: Beş yıl sonra yeni bir kitap… İyi ki şiir yazıyorsunuz, diyerek başlamak istiyorum. İlk bakışla Unutmanın Kısa Tarihi’nin “ben” şiirlerinden oluştuğunu söylemek mümkün. Ancak “ben” yalnızca eylemden ibaret bir şahıs değil. Kişisel tarihinden/deneyimlerinden güçlü poem dilini yaratan, şuurunu felsefî ve estetik anlamda da uyandıran bir “ben”den söz ediyorum. Oldukça öfkeli, yer yer kırgın ve sorgulayan. Şiir yazarken “ben”i yeniden inşa etmekle ilgili neler söylersiniz?
Betül Dünder: Biliyorum adımdan başlayarak söyleyeceğim şey, mutlaka beklenen olmayacaktır. Ancak ben’in inşasında beklenene, arzulanana, bilindik olanın huzuruna bir itiraz var her zaman bende. Ama dersek ki insan adından başlar, bunun da bir karşılığı vardır illa ki. Yıllar önce Filiz Özdem masalların yeniden yazımı ile ilgili bir çalışma yapıyordu, onun için konuşmuş sonra “adımın hikâyesine/anlamına” dair başka bir çalışmaya bağlamıştık konuşmayı. Ne yazacağım bana da sürprizdi her iki başlıkta da. Rapunzel’i toplumsal cinsiyet algısıyla ele alıp yazmaya çalışmıştım. Aynı tarihlerde yazıp yollamam gereken metinlerin ilki böylece elimden çıkmıştı. Ama adım… yok. Yitip giden bir kardeşin adıyla yazdım sonra. İlk defa içimden değil yüksek sesle bağırdım adını.
Ben’e gelince…Biz bu dünyaya hapsolmuşuz. Tam olarak hissettiğim bu. Buradayız. Neden? Ben’in kendini inşa edişine dair başka zamanlardan, başka öznelerden devraldığımız bir şeyler var. Neyin mirası bu? Başka bir tarihin. Bunu farkına varmakla ikileşen, birbiri içine varmadan aynı çizgi içinde akan, bir nevi dualist bir hâl… Kadınların tarihinde neredeyiz bunu önemsiyorum. Kendi dramatik kurgumuz içinde, zamanın içinde neyiz biz, kimin için neyiz? Büyükbabam tiyatro yapıyordu, Vatan yahut Silistre’yi oynarken turnede babaannemi görüp âşık oluyor örneğin; son gününe kadar oyunların içinde yaşadı. Bağlamasını duvarda miras bıraktı ve bende dolanan nice şeyi de… Yitmedi o ses. Ben türkü dinlediğimde duyuyorum, sahneye her çıkışımda da. İlk önce kendi hanenizin içindeki aynalarla yüzleşmek gerekiyor bence. Bunun içindir ki ilk kitabım “Ayna Yorgunluğu” o içeriye bakışın, içerideki hesaplaşmanın, varoluşsal olandan arzulanana hayal edilene yapılacak yolculuğun işaretlerini taşır. Öncemizi biliriz ve nasıl bir yola çıktığımızı da tahmin etmek güç değildir bu sebeple. Sonuçta özgeçmişinizdeki taşları da yerinden oynatacaksınız ki taşıdığınız iddia sahici olsun. Şiir burada varsa vardır işte. Şiirin de bir kronolojisi, dizilimi var. Ve biz ona göre bugün hizaya çekiliyoruz. Mesela “İkinci Yeni”den sonra “Garip” akımını saysak neler neler değişir. Ama tek bir şey değişmez. Kadının adı yoktur orada. Okan sen benim tarihime dair soruyorsun, ancak ben’in inşası bu eksik tarihten bağımsız değil; başka tarihin yeniden ele alınması ve şiir geleneğinde yeniden bir tarihyazım belki de. Ezcümle; beni boş verelim bir tarih oluşuyor, varsak ne âlâ yoksak faniliktendir.
O.Y.: “İçerden”i defalarca okudum. Sevgiliyi kumrulaştıran, çok seven, ancak gerektiğinde de “git” demesini bilen personanın inişleriyle ve çıkışlarıyla işlediği gerçek bir aşk şiiri. Ancak sonunda aşamadığımız o olguyla karşılaştırıyor bizi ve ölüm ki bir oğlan sesi gibi içerden geliyor. Yoğun duyguları birden bıçak gibi kesen o ölümün şiirinizdeki yeri nedir?
B.D.: Ben ölümü teknik bir hadise olarak algılıyorum. Bu cümleye varana kadar başka cümleler de kurdum elbet. Ölümü ilkin bir ceviz ağacının vedasında gördüm. İnsanın hayatından avlular çekiliyor, genişlik ve sizin geleceğe dair cümleleriniz kısalıyor uzuyor. Perim öldü. Ben ölüm sözcüğünü kullanamadım. “Yıldız tozu” oldu dedim. Dilin büyüsüne sığındım. O var mı? Yok. Ama petrol oldu demek başka yıldız oldu demek başka. Babaannemdi. Benim için “Balkan Radyosu”nun ilk şarkısıydı. Hikâye anlatıcısıydı. Kumruları da ondan dinledim. Neden bir evi, pervazı seçerler, neden tek ya da çift olarak gelirler… Oğlanlar hayatıma eklendiğinde ben flamingoları düşünürüm onların sevinciyle suya varırım, diye düşlemiştim belki de, ama yıllardır pervaza gelen kumruları sever besleriz. “Sevgiliyi kumrulaştıran” dediğinizi bir bağlılık ilkesi olarak söyleyebilirim. İçeriden gelen ses ise bir göbekbağı. Sürekli konuşan bir bağ. Burdayım, diyen. Yazdığında, söylediğinde, yaşadığında beni unutma, diyen bir ses. En içerden geliyor. Duysan dert duymasan dert. Ölsen dert ölmesen dert. Aşk da böyle bir şey olabilir.
O.Y.: Unutma ekseninde dönen şiirlerinizin yanında dişli dişi gövdenizle hatırlattığınız başka meseleler var: Kız pazarları, cinayetler, ağıtlar… Erkek egemene karşı çıkan bu tavrınızı Konuşmalar Kitabı’ndan da biliyoruz. Peki güncelin edebiyatını ve yayın dünyasını değerlendirmeniz gerektiğinde… bir kadın en çok nedir?
B.D.: Biz, bu ülke edebiyatında derdini, sözünü söyleme ısrarında olanlar, edebiyatın bu havzasında ses alıp verenler, büyük bir handikap olarak kendi sınırlarımızı çizip orada kaldık. Bugünün bir sorunu da bu. Beynelmilel dolaşımda olan söz kendi yerelliğini bugün taşıyamayacak hâle geldi. Ülkede tanınmayan, şiire dair bir poetikası var mı yok mu henüz açığa çıkmamış, şiir antolojimizde yer almayan nice isim dışarıdan ödülle geliyor. Kiminin değerini saklı tutarak; bu başka bir problemi işaret ediyor. Şiir evet biricik bir şeydir, ama şiirin biriciği ve şairin biricikliği önce kendi hanesinde tartılır, sokağa öyle çıkar -ya da düşer!-…
Sorunun diğer yakasından konuşalım biz; “erkek egemene karşı çıkmak” bir kalıp gibi algılansa da değildir. Önce onu söyleyeyim. Düşünce tarihi başta, sanat, edebiyat, bilim hangi alana girseniz “erkeğin dışında kalan cins” olarak (Bakın sadece kadın diyerek buradan çıkamayız. LGBTİ+ bireyleri görmeden, işitmeden konuşamayız, o sebeple bu vurgu benim için doğrudur ve adaletli bir görüştür) öncelikle bireysel bir mücadele tarihi bulursunuz. Bu varoluşsal mücadele kimi zaman toplumsal olanla birleşir ve esas orada yazılır tarih. Biz bugün kendi coğrafyamızdan da sınır ötemizden de çok acı devraldık. Patlayan bombaların kenarında, ekmeğinden olanların ardında kaldık. Çok yakınımızda ya da uzağımızda kurulan “kızlar pazarı”nda eti satılan, insanlığı iğdiş edilenlerden haberdarken, saçlarım okşanıyor diye mutlu olamam! Ezidi kadınların, Kürt kadınların, İstanbul’da şeriattan, töreden kaçıp yaşamaya çalışan kadınların, seks işçisi olmaya zorlanan ve Sur diplerinde parçalanan kadınların, mülteci kadınların, erkek kıyımı ile katledilen kadınların hayatlarına dair söyleyecek bir cümlesi dahi yoksa, bilemem ötesini. “Dişli dişi gövdem sana da günaydın” derim, ona demem!
O.Y.: “Üç Sokak Ötede”yi okurken gül, yâr, yangın, gazel, “ben sana ne yaptım?” soruları eşliğinde sevgiliye sitem gibi geleneksel şiirden izler taşıyan söyleyişlerinizle karşılaşıyoruz. Şiir ve gelenek meselesi elbette bitmez, ama bize şair Betül Dünder’i besleyen kaynakları söyler misiniz?
B.D.: Ben kütüphanede büyüdüm. Selimiye Halk Kütüphanesi’nde. Selimiye Kışlası’nın komşusu idi. 80 İhtilali zamanları. Kitapların çeşitliliği beni erken dönem farklı şeylerle karşılaştırdı. Kurgusal olanı, lirik olanı, didaktik olanı küçüktüm ayrıştırmaya çabalıyordum. Çocuk oyun kurucudur; yetişkinler yaşarken çocuk oyunun öznelerini yaratır, kurgular, görür ve gözlemler. Hem işçi/memur ailesinin kent içinde kentli olarak mücadelesinden geliyorum hem o tek başınalığı gözlemek hâli içinde safi monologtan. O sebeple benim kaynaklarım, önce ve hep kendimi yetiştiren ve yatıştıran sesim olmuştur. İçeriden ve dışarıdan duyarım kendimi. Sonra o perdeyi yırtan ne varsa okudum erken zamanlarda. Dogmalardan çok önce uzaklaştım. İlkokulda çocuk klasiklerini, ortaokulda klasikleri ve lisede siyasal metinleri okumuştum. Hep söylerim ilkokul öğretmenimden çekinmezdim; kütüphane müdiresinin yoklaması esastı. Lisede kuramsal kitaplara yöneldim. Sol literatürü o zamanlarda okudum. Ancak oradan da bir muhalif olarak çıkmayı başardım. Edebiyat ve Devrim’i hâlâ gözümün önünde tutarım mesela. Sonra üniversite yılları. Toplumsal cinsiyet araştırmaları/çalışmaları. Sosyoloji formasyonu, tiyatro pratiği… Buradan çıkan bir sahne sanatları kitaplığı, oyunlar… tekrar şiir. Bütün bu dolaşımdan sonra şiir neydi? Sadece durup durup şiir yazmak demek hem zor hem haksızlık olur zamana. Şiir içinde binbir dünya. Sonunda da “ben sana ne yaptım?” diye soru sorma hakkı doğuyor işte.
O.Y.: İlk şiirde karşılaştığım dizeyi bir sonsöze dönüştürmek istedim. Dünya bildiğim dünya değil, diyorsunuz. Bir şair pencereyi açtığında hangi dünyayla karşılaşmak ister?
B.D.: Bütün gerçek şairler emin ol kendi dünyası ile karşılaşmak istediler, ama henüz o dünyaya kavuşmadı yaşayan… Neden “Başka bir dünya mümkün” diyor bu insanlar? Arzuluyoruz. İdealize olanı. Orada ne var: eşitlik, adalet… siyaset felsefesine dair kavramlar. Şiir doğası gereği buraya dair zaten. Şiirde etiği aramayız; ancak idealize olanı, estetik olanı talep ederiz. Şair de bunun bilincinde hareket eder. Poetika. Ancak yetmez, yetmiyor, pratikte güncel olanda görüyoruz açmazı. Dünya yeni yüzyıla başlamanın hakkını vermeye de başladı. Bu başkalaşan dünya karşısında ne yapacak şair… adalet, eşitlik, hak için “Heyy ne oluyor orada” diye sormayacak mı? Ben hayatta bağırdığımı şiirde mırıldanıyor isem bu benim kendime eleştirim olsun. Henüz söylediğimi yazacak konuştuğumu şiire taşıyacak bir dil kuramamışım demek ki. Ancak bu benim kendimi bilirliğim de az şey değil!
Benim de sonsözüm bu olsun madem. Pencereyi açtığımda az insan çok dağ görüyordum. Bir orman köyünde kendimin dışındaydım. Göğsüm sıkışmıştı. Derin bir nefes çekip pencereyi kapattım. Önce şehre sonra unuttuğum ben’e döndüm. Kendime geldim, diyelim.