Okuma – yazmayı 5 yaşımda iken sökmüşüm. Okula başladığım zaman öğretmenim Pervin Hanım bu sebepten bana kırmızı kurdele takmadı. Benim kırmızı kurdelem olmadı. Okuldan, o zaman ayrıksı hissetmeye başladım kendimi…
8 yaşımdaydım, evde TRT neşriyatı, annem merdaneli makinede çamaşır eskitiyor. Nereden, nasıl geldi evimize hala bilmem; televizyonun kenarındaki dergilerin, kitapların, çizgi romanlarınarasında kırmızı kapaklı bir kitap. Üzerinde anlam veremediğim biçimde resmiyet bezeli olan bir erkekle bir kadın fotoğrafı, adam ayakta. Arkalarında yazıyor: ‘’ İstanbul Hatırası ‘’. Refik hocamı ilk o zaman tanıyorum. Kim olduğunu bilmeden ‘’şair’’ vasfını üniforma gibi ilk o zaman giydiriyorum birine. 8 yaşındayım ve tam olarak şair olmanın ne olduğunu bilmiyorum, yaşım tutmuyor. Ogünü hiç unutmam…
18 yaşımdaydım. Lise bitmiş, hastaneden yeni taburcu olmuşum. ÖSS sonuçları açıklanacak. Birileri ısrarla benden yüksek başarı bekliyor. Umurumda değil. Bir Temmuz akşamı Maltepe Kitabevi’nde dolanıyorum. Bir şey aramıyorum, evin içi basma kitap dolu zaten. Şiir kitaplarının arasında ‘’ İstanbul Hatırası’’ gözüme ilişiyor. Onun yanında ‘’ Nereye Uçar Gökyüzü’’. İkisini de alıyorum. Aralarına ‘’Galata Köprüsü’’karışmış raftakilerin, koyuyorum elimdekilerin üzerine. Meydanda biraz daha dolandıktan sonra yürüyüp eve gidiyorum. Ben o 3 kitabı, iki buçuk ayda, evden çıkmadan eritiyorum. Refik ağabeyi tanımadan, görmeden kalemini özümsüyorum o zaman. Sınav sonuçları açıklanıyor, herkes beni tıbba uğurlayacağını düşünüyor, ben 0.4 puanla el salıyorum Hacettepe’ye. Umurumda değil… İçimden hep ‘’ Çiçek kaç yaşında, sevda kaç yaşında, gençliğim kaç yaşında… ‘’ deyip duruyorum; hiç unutmam…
Teoloji son sınıftayım, çıldırmanın eşiğindeyim. Üniversiteyi bırakmışım, son sınıfta bir de; hayatımın dönüm noktasındayım. Aile çalkalanıyor, annem öfke dolu. Bir eli havada, hırsla bakıyor yüzüme. Neden bilmiyorum ama o an içimden yine Refik ağabeyi geçiriyorum:
‘’ İşte evimiz, aydınlığa çıkıyoruz
yolumuzun bittiği bir akşam korusunda… ‘’
Annemin eli havada asılı kalıyor, avuç içinden tutup indiriyorum. Aradan az zaman geçiyor, edebiyat bölümüne başlayıp İzmir’e yerleşiyorum. Belli aralıklarla içimden Refik ağabeyimi geçiriyorum. Kendimce ona şair gömleği dikiyorum.
28 yaşımdayım. Aralık’ın ilk gecesi. İnternette bakınırken insanların ‘’ Refik Durbaş’ı kaybettik. ‘’ yazılarına denk geliyorum. İçimde eski bir merdivenin basamakları çatırdıyor. Tozu gözüme kaçıyor. Hiçbir yerde rastlaşmadığım, hiçbir masada boş bardak bırakamadığım, elini öpemediğim; gıyabımda bana ‘’ kırmızı kurdele’’ takan ve bundan haberi olmayan ağabeyim…
Bir süre önce bir kenara yine onun elinden ‘’Şarabı sev, tütünü incitme, beni de unut artık.’’ yazmışım. Döndürüp duruyorum bu gece dilimde; ölsem unutmam…
Şiirle uyu, şiir gibi uyu Sevgili ağabeyim Refik Durbaş…