‘‘İnsanların inandıkları şeyleri yazma cesaretleri olsaydı, kimse bir kelime bile yazmazdı.’’- (Henry Miller)
Eğer, iyi bir yazarsanız, yazmak yaşam biçiminiz halini almışsa, kafanızı meşgul eden konu ya da konular (belli bir birikim ve bağlam noktasında) sizi çevrelemeye başlıyor. Kendinizi yazarak ifade eden biriyseniz, ne yaparsanız yapın, hangi uğraşla ilgilenirseniz ilgilenin, hangi ortama girerseniz girin ve kiminle tanışırsanız tanışın, bu konular sözcükler vasıtasıyla akmak istiyor. Duramıyorsunuz, durdurulamıyorsunuz.
Yazmak, öncelikle öznel perspektifinden dünyaya bakma, ona yeniden bir yanıt verme çabasıdır. Bu yüzden, her yazarın da etkisi sarsıcı olmayabilir. Nitekim, tecrübeler, konumlar, cesaret, samimiyet, karizmatiklik, ortam, zaman, mekân vd. gibi birçok parametre bir araya geldiğinde, her üreticinin posasında kendine dair veriler görülür. Sürekli gelişim halinde biriyseniz, fabrika ayalarınıza dönemezsiniz ya da bakiyeden yediğinizde bile, ortaya nitelikli çalışmalar çıkar.
Yukarıdaki bu genel girişi yapmamın sebebi, ikinci girişe zemin hazırlamak bağlamında, bir yol oluşturmaktı. Nitekim, haftalardır aklımda başlığını ‘‘Sikik’’ koyacağım -başlık kendisini içimde büyütüyordu- bir yazıya kuluçka evresindeydim. ‘‘Aaaaa canım, böyle de başlık mı olurmuş, ayıp değil miymiş yahut neden böyle bir başlığa ihtiyaç duyulmuş-muş’’ gibi iç seslere nazaran, yaşadığı çağın fazlasıyla farkında biri olarak, içimde biriken gerginliği, gördüğüm boşlukları ve insanların birbirlerine kullandıkları iletişim biçimini varlığımdan geçirerek aktarmak istedim. Çöplük doldu. Dürüst davranmayı tercih ettim.
Göbeğinde yaşadığımız çağın koca bir distopyayı barındırdığını, giderek bizleri daralttığını, sanal iletişimin birçok şeyi belirlediğini, günden güne her şeyin kötü olacağını, bir kötülüğün en az üç-beş-kaç derseniz deyin iyiliği anında silip süpürdüğünü, insanların artık dışsal boyutta robotlaştıklarını, uyuştuklarını, kartonlaştıklarını, seksen sekiz milyonun Türkiye’de, sekiz milyarın dünyada kalabalık oluşturduğunu düşünüyorum. Dışarıda sıklıkla duyduğum, sahtelikle, duygusuzca ya da farkında olunmadan kullanılan ifadelerin içinden ‘‘sikik’’ ifadesinin bu dünyayı gösterecek en iyi göndermelerden birini karşıladığını düşünüyorum. Yoksa, ‘‘sen müthiş bir detaysın/ sen harika bir ayrıntısın’’ gibi ‘‘whatsapp’’ döşemelerinden yahut ‘‘ok, kib, bye’’ gibi kısaltmalardan birini seçip, onu da başa alabilirdim. Ama, çağı en iyi temsil eden sözcüklerden birinin ‘‘sikik’’ olduğuna karar verdim. Her birimizin birçok mekânda-alanda birbirini siktiğini/birbiriyle güç savaşına girdiğini ve erkek-egemen sistemin etrafa sirayet ederek, yayıldığını da imlersek, ona tepki koymanın yolunun onun içinden geçerek, kendi silahını ona doğru çevirmek olduğunu düşündüm. Yani, SİKİK!..
2018 (ve -sonrası) itibarıyla, birçok şeyin artık rutine bağlandığını tespit ettim. Kimsenin ortalama insan ömrünün ötesinde -bence, o da 45 olsa isabetliydi- yaşamak isteyeceğini sanmıyorum. Bu yüzden, insan ömrünü uzatma hikâyelerini gereksiz buluyorum. Seçimsizce ve istemsizce, koşulların giderek sıkıştırdığı bir dünyada yaşamaktansa ölümün gizemi daha etkili hale geliyor. Tabii orada da, devreye yine küçümen insanlar olarak korkularımız giriyor. Hepimiz aslında, gerilerimizde -festivallerin, internet fotoğraflarının, ödüllerin, gündelik iletişimin de ötesinde- korkak, gergin, kararsız, sıkılgan, bencil, iki taraflı, çok-yüzlü doyumsuz insanlarız… Önde nitelikli bir şey göstermek adına, arkada kokuşmuş yumurtalara dönüyoruz, bin türlü hile çeviriyoruz. Bu yüzden, kötünün etkisi iyinin etkisinden daha baskın hale gelmiş durumda… Kimse kendisini ve kimseyi kandırmasın ki, daha da gelecek durumda…
Bu noktada, yaratıcı düşüncenin, sanatın ve yazmanın gücü giderek artıyor diyebilirim. Dünya artık öylesine tekdüze ki, onun renklerini ayırt edebilmek, ona yeniden anlam verebilmek ve kaliteli zaman geçirmek adına sürekli suretle yaratıma/yaratımlara ihtiyaç var. Herkesin önünde sonunda neye ilgisi ve yeteneği bulunuyorsa, ona yüzünü dönmek zorunda… 24 saatin hiçbirimize yetmediği ve hayatımızı gündelik koşturmaların esir aldığı noktada, ne kadar yetişebiliyorsak o kadar gelişecek şekilde ilgi alanlarımıza vakit ayırmalı, nefes almak adına varlığımıza pencere(ler) açmalıyız. Sanat ve yazarlık üstüne eğitim veren biri olarak, özellikle kadınların yazma süreçlerini takip ediyorum. Onlara sıradan ve ortalama bir yazar olmaları yerine, özgün, kendileri ve çağdaş olmaları adına destek veriyorum. Onları amaçlarına uygunluk bağlamında, yaşamlarına döndürmeye çalışıyorum. Neden kadınlar derseniz; özellikle, cinsiter bir ayrımım yok. Lakin, kendimde bir kadın olduğumdandır ki, hem Türkiye’de hem dünyada gelişen olaylar beni farklı biçimde etkiliyor. Birçok kadın yazarın-sanatçının kendisini kandırdığını, erkek egemen sistem içinde onun kuralları çerçevesinde var olduğunu, var olamayanların da güçlü bir dil kuramadıklarını, kurduklarını zannederek ve kendilerine sahte payeler biçerek (feminizmde de bu hal geçerli) devinip durduklarını görüyorum. Gerçek sanatçı bana göre devinmez, sistemle bu denli entegre olamaz, sürekli çırpınır. İşte bu çırpınış noktasında da, doğru kaynakları, joker insanları, mesafeli ve nitelikli ilişkileri kurması elzemdir. Çağımızda hiçbirimiz bir şeyleri tam anlamıyla kendimiz yapamıyoruz, desteklere, referanslara da ihtiyaç duyuyoruz. Bu da doğaldır. Yaşam koçu da neymiş, okurluğun atölyesi mi olurmuş, ‘‘ekşi sözlük’’ de ne işe yararmış diye düşünenler, bence çağı ve ilerisini okuyamayan, beton insanlardır. Dünyadaki gelişmelerden, hibrit yapılanmalardan ve kavramlardan haberleri bile yoktur. Yaşam, evren, bilgi artık çift taraflıdır. Aptallık çağı bilgi çağını da kapsamaktadır. Hepimiz birçok yerde saçmalamaktayız, hele hele seksüel ilişkilerde, özel hayatlarda, gizli yazışmalarda, ovvvvv gırla… Başkanı da gelse, bilim adamı da olsa, insana dair kaideler değişmiyor. (Michio Kaku’nun imlediği ‘‘mağara adamı ilkesi’’- mağara adamı atamız)… Bundandır ki, sanat da bu ikiliklerden doğan arı çatışmayı bize göstermeli… Suya sabuna dokunmadan sanat yapılmıyor. Türkiye’de daha sanat edebiyattan heykele, şiirden tiyatroya gereğiyle girmedi bile dolaşıma, o kadar diyorum. Daha o çatlak sesi çıkaracak yüreklilikteki sanatçılar yoklar ortada… Temsil balonları kendilerine roller yükleyerek, internette ‘‘like’’ alarak falan ilerliyorlar. Devlet sisteminin çatısına sığınanlar da çok… Risk yüklenme cesaretleri sıfırın altında, yetenekleri göz kamaştırmıyor, ışıldak benzeri ışıldamıyorlar. Yapay ışıklar altında, varlıklarına büyük payeler ekleseler ve çevre de bunun farkında olsa da, kimse ‘‘yazar çıplak’’ diyemiyor. Çıplaklık da aşılamadı ülkemizde çünkü. Her şey gizli gizli… Gizli yatak odası sırları, gizli eşcinsellikler, gizli lezbiyenlikler… Yahut, bunun karşı-dengesi, parmaklarda alyanslar, el ele gezmeler, pusette bebek taşımalar, çocuklarına, eşlerine methiyeler yazmalar… Bunlar etrafı kaplamış durumda ki, siz arayın da ensesti, cinayeti, burjuva aradalığını/yavanlığını, cinneti, cinselliği, aile içi çatırdamayı, vahşeti gösteresiniz. Burada bir ‘‘Bakkhalar’’ oyunu yazılır mı, sanmıyorum. Kim oğlunun başını bir anneye hunharca kestirebilecek ki? Kim gerçekten sanatta kana susamış ki? Oysa, sokakta gürül gürül akıyor. Ne İslam’la, ne solla, ne cinsel kimliklerle, ne mültecilikle yüzleşilebilmiş bir toplumda, ancak kadın oyunları diye Dario Fo’nunkileri okeye döndürür dururlar. ‘‘Kanlı Nigar’’ın kanı ne zaman çıkacak ya da kanı ne zaman yerde kalmayacak, bekliyorum. Devasa bir hayal kırıklığıyla…
Dolayısıyla, yazarlık üstüne çalıştığım öğrencilerimle ya da dünya tiyatro tarihi, sanat tarihi verdiğim öğrencilerimle derslerde bu konulara da sıklıkla değiniyorum. Sıradan bir şey yazacaksanız, sıradan yazmadığınızı zannedip de, aslında ortamdaki birçok öykü, oyun vd. yazarı gibi yazacaksanız da yazmayın diyorum. İşin tekniğini, tema-anafikir gibi başlıkları iyice yalayın yutun, teknik silahtır, hele Türkiye misali bunların farkına varılmadığı, yanlış referansların ortada kol gezdiği yerde daha da dikkatli davranın diyorum. Dünya tiyatrosunu Brecht’ten ibaret sayacaksanız, Nikaragua’ya, Etiyopya’ya hiç girmeyelim, vizyonunuz devlet güzel sanatlar fakültelerindeki kadarıyla kalsın diyorum. Ülkenin entelektüelleri neredeler? Var mı Simone de Beauvoir gibi selülitleriye çıplak poz verebilecek, iddialı bir kadın? Var mı Camille Paglia gibi bir entelektüeliniz ki, sürekli yazıklanma şeklinde, alıntı akademisyenliklerle kendi topraklarınızın akademisini, bilimini, entelektüelliğini üretemiyorsunuz? Bir filmi nasıl analiz ediyorsunuz mesela? Birikiminiz nedir, birikiminizi hangi bağlantı noktalarıyla, disiplinlerarası düzlemde kurguluyorsunuz? ‘‘Bir Sırp’’ (‘‘Srpski’’) minvalinde alt metninde Faust’a dahi gönderme yapan, tokat niyetine izlenecek, ulus-devletten insanın sıkışmışlığına değin birçok kavramı cüretkârca ele alacak, pornografiyi konu edinen bir aile filmi çekebiliyor musunuz? Çoğu referansınızın batı eksenli olması, sizden de yeterli çarpıcılıkta şair, yazar, yönetmen çıkmaması olabilir mi yahut hayat telaşı, unvanlarınızla yaşamak size daha mı kolay geliyor? Sanatın büyüsünü gündeliğin çıkmazına kurban mı ediyorsunuz? İsrail’in herhangi bir üniversitesinde şiir festivaline katılmak, Filistin’e örülen duvarın önünde şiir okumaktan, o duvara spreyle dize yazmaktan daha mı etkileyici, daha mı kolay geliyor? Şiir kurabiye, çay eşliğinde, mikrofonlu kafelerde uyuşmuş şekilde okununca daha mı netlikle anlaşılıyor? Sokakta tiyatro, protesto yerine salonda tiyatro anlayışınız, tuvaletiniz geldiğinde locaya koşturup, hacetinizi gidermenize kolayca olanak mı sağlıyor? Acaba, birileri başta kendilerini, ardından da diğerlerini mi kandırıyor?!! Hayır!.. Çevredekiler her şeyin farkında; lakin, kral çıplak, herkes çıplak, ama herkes susuyor. O yüzden, ‘‘amannnnn sikik hayat işte!..’’ deyip, en etkili ifadelerden biriyle çağın (hiper) diline selam ediyorum. Yakında emojilerle bütünleşeceğiz.