Ey kalpler üstadı, ey sevmeler yalvacı, ey şiirden daha şiir. Şimdi sana nasıl seslensem? Ne diye hitap etsem, az gelir. Koca bir sözcük bulmam lazım. Koca bir sözcük. Ağza sığmadığı kadar kâğıtlara da sığmayacak!
Abidin Dino, sana bir mektubunda “aslan kardeşim” diyordu. Bertolt Brecht Berlin’den 10 Mart 1954’te sana gönderdiği mektubuna “Sevgili Nâzım Hikmet” diye başlayıp, “sizin Bertolt Brecht” diye içli bir söylemle bitiriyordu. Yine Abidin Dino, sana kaleme aldığı bir mektubunda “Aslan Kardeşim” diye mektubuna başlıyor “tümen tümen sevgi” sözleriyle bitiriyordu. Sen de 25 Ocak 1963 yılında Sovyet Birliği Kominist Partisi Merkez Komitesine gönderdiğin bir mektuba ”Sevgili Yoldaşlar” diyerek başlıyordun. Yakın dostlarından, “Güneşi İçenlerin Türküsü”nü Leh dilindeki çevirisini resimleyen Jak İhmalyan, sana gönderdiği bir mektubuna ”Sevgili Dostum” sözleriyle giriyordu.
Büyük üstat, bir mektubunda “Evlat” diye başlayıp şöyle devam ediyordun: “………… Hasretinizle senin Galya’nın, Vera’nın, Moskova’nın ve dünyadaki bütün güzel, akıllı, iyi kadınların hasretiyle geberiyorum”
Koca çınara, Nâzım Hikmet’e mektup yazarken söze nasıl gireceğimi bilemediğimden tüm bu örnekleri veriyorum. Beni en çarpan da, ustalar ustası Yaşar Kemal’in 27 Nisan 1963’te Cambridge’den size gönderdiği mektuptaki sesleniştir: “Canım Nâzım Ustama” Evet sana böyle seslenmeliyim. Şiirin çınar ağacısın benim yaşam parkımda. Şiirimin çınar yaprağı, büyüyen, çocuk yüzlerinin göz pınarlarıyla…
Canım Nâzım Ustama,
Kırık dökük hayatların, yalnızlıkların, hüzünlerin, vatan hasretinin, güzel kadınların, özlenen aşkların şairi; saatinin kordonuna Piraye’nin adını kazıyan âşık, zaman geçtikçe seni daha çok özlüyorum. Bazen sana yakınlaşmak için babamın kırık daktilosunu alıyorum önüme. Bazen bahçeleri çit niyetine çeviren, demirlerin arasından bakıyorum gökyüzüne. Ve en çok da şiire sıkışıp delirme evrelerinde, bolca olta atıyorum evin mahzene dönen koridorlarında. Çok sıkışınca da bir mektup atıyorum bilinmezliğime. Ezberime dizeler yazıyorum, şiire büyüyorlar ve günlerce yazmıyorum kâğıtlara. Dünyanın anlamsızlığına okuyorum bu şiirleri, bağıra bağıra. Sana yazdığım “aşkın Nâzım planı” şiirinde şöyle diyordum: “Nâzım planını çıkarır dünyanın/ hikmet’i için aşkın” İşte böyle canım ustam.
15 Eylül 2008 Moskova’da sisli bir sabah yola koyuldum. Kızıl Meydan, Lenin mezarı, katedraller, bazilikalar, kiliselerin yakuttan yapılmış tepesindeki kırmızı yıldızlar, Tolstoy’un heykeli, Maxim Gorki’nin evi, Puşkin’in meydanı diyerek kendimi oyalıyordum. Asıl varmak istediğim, asıl görmek istediğim yer, mezarındı. Heyecanımı sana anlatamam. Bir ülke düşün ki, ‘yeryüzü şairi’ olmuş şairinin mezarını ülkesine kabul etmeyen. Türk ölen ama Türk vatandaşı olmayan bir şair! İşte böyle bir ülkenin şairi olmaktan utanarak yaklaşıyordum sana.
Yeni Kız Manastırı’nın (Novodevichy Manastırı) sırtına dayanmış, Yeni Kız Mezarlığı (Novodevichy Mezarlığı) diye adlandırılan mezarlığa girdiğimde, şaşkınlığım kaç kat daha arttı. Zira Rusya’nın sanat, edebiyat, bilim, devlet adamı düzeyinde uluslararası başarılar elde etmiş, ülkesine üst düzey katkıda bulunmuş bir devlet mezarlığıydı girdiğim. Kimler mi vardı daha? Nikolay Vasilyeviç Gogol, Anton Chekhov, Konstantin Stanislavski, Mikhail Bulgakov, Sergei M. Eisenstein, Sergei Prokofiev, Dimitri Shostakovich, Vladimir Mayakovsky, Leo Tolstoy. Devletin üst düzey makamlarının onayınca yer tahsis edilen bir mekândı. Utandım daha da utandım. Kendi şairi sayamayan Türkiye’nin yanında, başka bir devlet seni üst düzey bir sanat adamı olarak kabul etmiş ve bu mezarlıkla seni mükâfatlandırmıştı demek. Ne acı.
Mezarının önünde “mavi kirpikli karın” Vera’nın mezarı vardı. Muhteşem taze çiçeklerle donatılmıştı çevren. Demek bunca değerlisin orada. Yıllar geçmiş de ölümünün üzerinden, birileri gelip rengârenk çiçeklerle donatıyor mezarını, Moskova’da. Belki de böylesi daha iyi. Şimdi kim gider ki bir Melih Cevdet, bir Turgut Uyar, bir Cemal Süreya’nın mezarına burada. Bırak çiçek koymayı sulamayı, azgın otlarını yolmayı. Yani yalnızca gidip birkaç saniyeliğine yoldaş olmak! Demek yalnızca yaşarken değil ölünce de değer veriyor bizim gâvur diye nitelendirdiğimiz adamlar insana. Evet insana!
Mezarının başına çınar ağacı istiyordun vasiyetinde. Rusya ikliminde uzun yaşamaz diye, yemyeşil çınara en yakın hiç yaprak dökmeyen ve sararmayan; Rusya iklimine uygun başka bir ağaç dikmişler başına. Bu ne güzellik, bu ne saygı, bu ne içtenlik… Bu saydığım şeyleri biz yıllar öncesi çoktan kaybettik ülkemizde canım ustam. Güzelliği, en son bir kadının bakışlarında öldürdük, Ege’de bir koyda yaktık, bıraktık. Saygı, ceketlerimizin düğmelerinde asılı kaldı. İçtenlik mi? İçimiz kırık bir bağlama. Türkü söylüyorlar, gel de ağlama!
Nâzım’ın rüzgâra karşı yürüyen adam heykeli vardı başında. Siyah bir mermerden ama parıl parıl parlayan. Rüzgâra karşı yürüyen adam, tek başına. Seni o kadar güzel anlatıyor ki canım ustam. İnsanın, sevdanın, özlemin, toprağın yanında bir adam. Yanlışlara, sistemin açmazlarına, çaresizliklere doğru yürüyen. Baktım da, o rüzgâr nasıl vuruyordu bağrına. Göğüs kemiklerim sızladı, hem de nasıl sızladı. Mermerine dokuna dokuna taradım gür saçlarını. Potinlerinin tozunu aldım. Bağcıklarını sıkı sıkıya bağladım. Parkanı sırtına attım. Yürüme zamanıydı. Bu karanlık insanlığa, bu başıbozuk düzene karşı… Sanki başını çevirip şöyle bir baktın, arkamdan “yürü çocuk rüzgâr seni de çarpmasın” der gibi. Şiirimde de söylediğim gibi “sen ki bir kadının memelerini/ içinde kalp taşıyor diye seven” ben nasıl sevmem şimdi seni!
Şu şiirin geldi birden aklıma. “Evladım, sizin dergi için bir şiircik” diye başlayan bir mektubunda yazdığın ve hangi dergiye, kime gönderdiğini öğrenemediğim: “Soğuk yağmurların şehrinde/ gece otel odasında sırt üstü yatıyorum/ gözlerim tavana dikili/ bulutlar geçiyor tavandan/ ıslak asfaltı geçen kamyonlar gibi ağır/ ve sağda uzakta ak bir yapı yüz katlı belki/ tepesinde altın iğne parlıyor/ bulutlar geçiyor tavandan/ karpuz kayıkları gibi güneş yüklü bulutlar/ oturmuşum cumbaya/ yüzüme suların ışığı düşüyor/bir ırmak kıyısında mıyım? Bir deniz kıyısında mı?” devam ediyor. Da ben devam edemiyorum canım ustam, boğazıma düğüm üstüne düğüm atılıyor.
Şimdi kendini koyuverip uzun uzun ağlama zamanı. Şimdi kendini hiç anlamama zamanı. Bir aşkın boyunu bosunu bilirdin sen. Hangi kadına hangi açıdan bakılırsa aşk olur adı? Hangi kadının koynunda yalnızca uyunur, hangi kadın insanın yalnızlık huyudur? Bir uzun aşktı senin bende bıraktığın şiir ve bir uzun aşktı senin yeryüzünde insanın yalnızlığına dize dize sürdüğün sihir.
“durup dururken hiç bitmeyecekmiş gibi bağlanıyorum başladığım güne
ve her seferinde sen çıkıyorsun suyun yüzüne…”
Nasıl diyordun bir şiirinde, hayatta her şeyin eskidiğini vurgulamak için ve yeryüzünün gelip geçiciliği ve insanın hiçliği ve insanın bir iz bile olmadığını ömürde.
“Yaşarsın karıcığım,kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda; yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı en fazla bir yıl süreryirminci asırlılardaölüm acısı” Oysa sen henüz mürekkeplenen koca koca mühür şiirler bıraktın geride. Her gün kalbimize bastığımız. Ağrıdığımız, bolca ağrıdığımız. Durgun bir göldü bağrımız. Ne çok dalga aldık senden ne çok. Bu hareketti bizi yürüten rüzgâra karşı. Olmayana karşı. Bilmediğimize karşı. Çünkü bu hayatta yaşayabilmek için öğrenmemiz gerekiyordu tüm bunları.
Evet canım ustam,
Sen gibiyiz şimdilerde. Gelsene diyorlar bize, kalsana diyorlar bize, gülsene diyorlar bize, ölsene diyorlar bize. Geliyoruz, kalıyoruz, gülüyoruz ve ölüyoruz. Sen bunu aşk için yapardın. Biz yaşam için yapıyoruz, ne hazin! Bu yüzden kayıplardayız, bu yüzden ziyanlardayız, bu yüzden rüzgâra karşı nasıl yürüneceğini öğrenmemiz için daha çok yolumuz var. Rüzgâr olmak mı? O zaten hayal. Gökkuşağı arıyoruz, gökyüzünde her daim. Oysa kalplerimize bakardık biz önceden, dönüp de birbirimizin avuçlarına, birbirimizin dudak uçlarına.
Evet canım ustam,
Bir şiirimin adıydı bu, şimdi “kırık can, kırık can”.
“bu şiiri yazdığım yerde/ ay’la konuşur kuyu/ ışık kamçıladıkça sığlaşır karanlıkta uyku// dalına orman bulur serçe// begonyaya abla kasımpatına kardeş/ bir ortanca açar katmerini terler güneş// öğüt verir söğüt/ saçlarını dalga dalga çekiştiren suya /‘ağaçların gölgesiyle yatan sular sağırlaşır…’// bu şiiri yazdığım yerde// intihara hazırlanır bir şair/ kendini asınca şiir!// rüzgârlar kurutmak için değil/ dağıtmak içindir mürekkebi!”
Evet canım ustam,
Sen’den sonra, yanından ayrıldıktan sonra… O sisler içindeki devasa Moskova, o görkemli şehir, köy geldi bana köy.
“Tümen tümen sevgiyle…”