Levent Karataş
Müstesna şuaranın işlerinin sadece biri de dilin geleceğini düşünme uğraşıdır. Yine müstesna şuaranın çoğul işlerinden sadece biri de dilin arkaik kazısını yapmaktır. Bu iki tanımdan hareketle açıkça bilmek istediğim şu; ödül mekanizması dile kendini tekrar eden şairler mi kazandırır, veyahut dilin geleceğini harf harf izlek edinmiş güçlü şairler mi kazandırır?
Ayşen Deniz N.
virgülün sağı…
…, dithyrambosiambosfreudjungadlerdopaminendorfinin:
eş zamanlı putlarım benim, hırs dürtülerim, global eğrilerim, sosyolojik cinnetim, öne sıyırmalarım, arka sıradan iç kulvar rekabetim, lobi destekli güdük dilim…
MOBİL 17 saat önce:
“sayın müşterimiz, bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. konuşmalarımız şiircilik kuralları gereği kayıt altına alınmaktadır. dahili numarayı biliyorsanız tuşlayınız. bilmiyorsanız: editöre bağlanmak için 1’i, lonca için 2’yi, vaftiz randevusu almak için 3’ü, toplu fotoğraflar için 4’ü, vesikalık pozlar için 5’i, şiircilik şifresi için 6’yı, ödüller ve ödünler için 7’yi tuşlayınız! ”
“…”
“lütfen bekleyiniz! ”
“…”
“sizi itaat operatörü’ ne bağlıyoruz, hattan ayrılmayınız! ”
…
böyle başlamak istemezdim, iyi de siz olsanız nereden başlardınız?
hiyerarşinin tepe noktasında her şey etikten ve estetikten yoksunsa… şiirle yan yana gelmesi abes ne varsa yana yakıla yalvara iç içe kalıyorsa… edebiyanenin yolu edeb-hâneden geçiyorsa…
hele hele varoluşunu kültür endüstrisinin olanaklarına teslim etmiş ve son çare kimlik olarak kendini “şair” takdim edenlerin, ettirenlerin problemli kişilikleri size üst model olarak dayatılıyorsa…buradan böyle başlamaz da…
nereden…
nereden başlardınız…
çelişkiler içermesi gereken bir üslup yoksa artık, şiirde…gündelik dilin popüler karşılığıysa “şair” denen çelişki… o “şair” denen çelişki, gündelik dilde karşılığı olmayanın dilini bulmakta aciz kalmışsa…
“İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre”*
demez misiniz ki…
kültür endüstrisinin bir ürünü olan şair kimliğinin ürettiği, hangi öznenin eseri sayılabilir…düşünmeyelim mi… an’ a montaj iktidar ilişkileriyle kendini nesnelleştirmişse “şair”… öznellikten söz edilemeyen bir yerde yapıp edilenin bir sonucu olan poetikadan da söz edilebilinecekse…
an’ lar için anında söylenen ödünç sözleri şiir sayan ödül mekanizması işleyedururken, dili ve tini tesadüfe bıraksın, ezberin-şablonun üstünden geçsin hoyratça…
aynılaşmamak için direnene hayretini örtbas eden, minvalindeki vasata tapınadururken; bir mazmunluk saltanatı bile olmayan hümayun, okuyucuyu mazlum sayadururken; figür-ü aliyye, bir figüre kırk ödül bahşededururken…
ne gam mı…
verili dilin egemen yapı ve formlarından kurtulan şair, dilde bir yıkım öznesi olmaya başlamışsa…işte şiir de özgürdür artık, orada…orada “şair” kimliğiyle hesaplaşan yazıcı, hâl’i içselleştirirken an’ daki gürültüyü susturup saatini parçalamış, zembereği kırmış, yay tamburunda tahrikten tahribe yırtılmayı başlatmıştır ki çoktan mecaza düşmesin diye zaaf…ve tak tik’ in tik tak’ ları…
söz evvel
şiir araf
şair fani…”iktidar her yerde ve sürekli…”*
ve yazıcı
bir dile, bir tarihe, bir oluşa, ol bunların hafızasına doğan… doğduğu yerin biçimlendirdiği…
ve yazıcı
bir köle değilse, bir işbirlikçi değilse, bir tanık, biat eden değilse, değilse nöker, değilse kurtizan…varsın iktidar her yerde olsun ve sürsün…
çün sözcüklerin yokluğunda da yazılabilir şiir.
ve şiir,
benzerlerinin olabilirliğinde de kendini silendir durmadan, sonra yeniden yazandır da…
ve yazıcı,
vesaire dünyasının tapınan, tapınılan kişiliğinin ait olduğu isimsizden çıkan isimsizdir…
ve yazıcı,
kimliğin, apoletin dehşetini zevke çevirmek için dili kazan…kazar ki söz sarsılsın, çatırdayıp çöksün, dil de tin de altında kalsın ol yıkıntının, aşınsın orada yontulsun, yaralansın, sonra sağaltsın kendini kendinden…ki
kalmasın söylemek istediğini söyleyemeyen,
söylemek istemediğini söyleyen kalmasın…
sonra bir de bu “müstesna şair” halleri ne desem, hangi anlamından yol bulsam?!…bilemedim…
“seçkinlik” ten, “seçilmişlik” ten dem vurup:…nasılsa karakitaplı ahkâm cizvitleri, put çukuru kazamaz mı, desem?… yoksa…
“kuraldışılık” tan dem vurup:… çarmıha bazen boş veren yanından da çivilenmez mi insan, desem?…
fahriye geleneği gereği hangisi “müstesna”…?!
ah, ne yapsak, bu sefer sizce nereden başlasak?!…
…
“…virgülün sağındakiler ilgilendirmiyor beni”*
…
melâmi meşrep gereği
beni de….
Kuşkusuz, ödül mekanizmasının “dile, dilin geşmişten günümüze gelen kalıntılarını bilen; dilin geleceğini harf harf izlek edinmiş güçlü şairler kazandıracağını” umut etmek gerekir. Bunu beynimizin ödül mekanizmasının nasıl çalıştığıyla da ilişkilendirirsem pek de yersiz bir benzetme yapmış sayılmam. Örneğin, beynimizin ödül olarak kabul ettiği etkili hazları (davranış, yemek, madde) beynimize ilettiğimizde, bu ödül yolu aracılığıyla beynimiz o davranışı yineleyeceğimizi kabul eder. Ne yazık ki haz veren bir davranışı tekrarlamak her defasında aynı hazzı yaşatmayacağından dolayı; her zaman için faydalı bir şey olmayabilir, dahası beynin sorgulama yetisi ve hafızasında değişikliklere yol açar; uyuşmuşluk hissinin giderek yerleşmesini sağlar. Bu benzetmemden yola çıkarak şairin, şiirin, ödülün ve dolayısıyla da dilin”uyuşmuşluk” hissini doğuracak her türlü etkenden uzak durması dilde yarınlar doğurabilir. Bu yüzden ödül mekanizmasının, kendini tekrar eden şairlerle dilin geleceğini kompanse etmemesi gerektiğine, şairin ise dilin dehlizlerinde gezinen bir kâşif olması gerektiğine inananlardanım. 1983 yılında Ahmet Erhan,”Hep kendini deşen bir hançer olmasın şiir,” dediğinde belki de bunları vurgulamak istemişti.
Ödül: Aslında Kaybetmenin Plaketi
Soruyu şöyle değiştirerek başlasak: Ödül mekanizması, dile şair kazandırır mı?
Veya en iyisi, dil-ödül arasındaki ilintinin anlamsızlığını tartışalım.
Her şairin dille bir sorunu, uğraşı ve dili değiştirme çabası olduğu su götürmez. Bu anlamda, şairin, verili dilin yeni sözcük veya anlam katmanlarıyla, hatta dilin yapıbozumu ile gizli ya da açık bir mücadelesi vardır. İtirazım, bu soylu mücadeleye ödül gibi pespaye ve geri kalmış bir kurumun nasıl eklemlendiği sorusunda düğümleniyor. Ödülü, bir “teşvik aracı” olarak değil “edebî rüşvet” olarak görüyorum. Edebiyat sosyetesine kabulün bir ritüeli. Çerçeve bu olunca, dil gibi önemli ve dönüştürücü bir kavramı, ödül gibi duraklatıcı ve teslimiyetçi bir kurum ile aynı satırda ve aynı düzlemde görmek yadırgatıcı oluyor.
Ödül kurumu, “kendini tekrar eden şairler” ile “dilin geleceğini harf harf izlek edinmiş güçlü şairler” paradoksunun test edileceği bir yer değildir. Çok basit ve fakat edebiyat dünyamızın asla anlayamayacağı bir ifadeyle söylemek gerekirse, ödül, rekabet ve yarış duygusunun körüklediği tuhaf, insafsız ve çelişkili bir kurumdur. Kapitalizmin ruhunu, yani rekabeti esas alır. Güzellik yarışmasında boy gösteren genç kızlar ile şiirlerini jüri üyelerinin insafına bırakan şairler arasındaki tek fark, şairlerin podyuma çıkmamasıdır! Perde arkasındaki al gülüm-ver gülüm türü ilişkilere girmek bile istemiyorum!
Bu durumda, şiirini sidik yarışına sokan şairin öncelikli kaygısının dil olduğunu söylemek mümkün mü? “Dilin geleceğini harf harf izlek edinmiş güçlü şairler”in ödülle ne ilgisi olabilir? Madem şairimiz bu derece donanıma sahiptir, o vakit neden ödül mekanizmasından onay alma ihtiyacı duyar ki? Aldığı ödülle başarısı taçlanacaksa, güzellik yarışmasında taç giyen kraliçeden ne farkı kalacaktır?
Asıl can alıcı soru şu: Ödül alan şairimiz, bizim bilmediğimiz uhrevi bir yetenek sayesinde “dilin geleceğini harf harf izlek edinmiş güçlü şair” mi olacaktır? Bu mucizevî reçeteyi hangi insanüstü varlık veya jüri yazmıştır?
Ödül mekanizması, bazen, çok iyi niyetli ve edebiyat dünyasının sosyetik tarzından bihaber, fakat gerçekten dili ve üslubu özgün şairlere kucak açabilir. Açmaktadır da. Ancak tam tersine, bu noktada, ödüller şairlere değil, dil ve üslup açısından benzersiz olan şairler ödüllere değer katmaktadır. Özetle: Ödül mekanizması, varlığını sürdürmek için yetenekli şairlere muhtaçtır. Ve saftirik şairler de bu tuzağa düşüp ödüllerin değirmenine su taşımaktadır!
Son söz: Elbette her şairin ideolojik ve poetik açıdan donanımlı, tavizsiz ve ilkeli bir peygamber olmasını bekleyemeyiz. Burada temel sorun, her üç kişiden dördünün şair olduğu Türkiye’de, ödül mekanizmasının sadece yeteneksizleri kucaklaması değil, kalıcı şairleri de sazan gibi ağına düşürmesidir. Aynı fotoğrafta hem yeteneksizlere hem de kalıcı şairlere yer vermesidir. Edebiyatın sosyetik dünyasının varlığını sürdürebilmesi adına şiirin aslî ruhuna ihanet edilmesidir.
Bu karmaşada yapılacak tek şey ise ödüle boyun eğen şairlere dil çıkarmaktır!
Ödüle başvurmanın iki farklı temelden ortaya çıktığı düşüncesindeyim. Birincisinde şiirine güveniyor ve şansını deniyorsundur. İkincisinde ise şiirine içten içe çok güvenmiyor ve onay bekliyorsundur. Şüphesiz ki hem şair hem de şiir için anlamlı olan birinci seçenek… Zaten bu durumda ödülden bağımsız olarak şairin ortaya çıkmış olması yeterli derecede değerli. Başvuracağı ödül seçimi de şaire kalmış… Çağı yakalayan,yenilikçi, heyecanını yitirmeyen jüriler sözün, edebiyatın önünü açıyor. Diğerleri ise soruda da tespit ettiğiniz gibi kendini tekrar eden şairlere yer veriyor…
Emel Koşar
Ödül mekanizması sadece şairin adını kısa süreliğine öne çıkarır ve daha geniş bir kitle tarafından tanınmasını sağlar. Şiire bir şey katmaz.
Son yıllarda şiir ödüllerinin sayısı giderek arttı ve bazı ödüllerin eşe dosta, paraya ihtiyacı olanlara verildiği görüldü. Bu durum ödüllerin saygınlığının azalmasına sebep oldu.
Oysa ödülün usta bir şaire verilmesi o ödülün değerini arttırıyor. Aldığı ödülün sorumluluğunu taşıyamayan şairler ise o ödülün değerini düşürüyor.
Özellikle bazı genç şairler kitaplarını para vermeden yayımlatmak ve yaşıtları arasında sivrilmek için bütün şiir ödüllerine başvuruyorlar. Ödülü alamayınca da kıyameti koparıyorlar.
Günümüzde önemli olan yurt dışında ödül alabilmek ve böylece Türk şiirini dünyada tanıtmak.
Gerçek ödül bir şairin şiirlerinin, mısralarının yıllar sonra bile hatırlanması, başka şairlere ilham kaynağı olması hatta kıskanılması değil mi?
Türk edebiyatında çok tartışılan bir konu ödüller, bu genel olarak kimin kazandığı ve jüri üyesinden birinin kaç defa başka bir ödül jürisinde bulunduğuna dair matematiksel oran olarak tartışılıyor. Olgunun kendisi tartışmanın dışına çıkarılıyor bir bakıma. Haliyle bu noktada ödül de tartışması da işlevsiz bir kıyıya sürüklenip yeni bir ödüle kadar o işlevsizlik yığıntısı içinde bekliyor. Yani bu tartışmalar bizi bir yere götürmüyor. Ödülün kendisi değil ama mekanizması söz konusuysa Türkiye’deki uygulamasına bakmak gerekir diye düşünüyorum. O nedenle söyleyeceklerim sadece bu mekanizmayı kapsayabilir. Bu tartışmaların önünü açmak, ödülü kazanan, ödüle katılandan çok jürinin bir görevi olduğunu düşünüyorum. Biz de genelde seçici kurullar birer isimden ibaret olur, o seçici kurulun değerlendirme kıstası en baştan verilmez, sonra da verilmez. Kurul isim olarak kalır, ödül sonucu iki satırla açıklanır bu bence tartışmaların önünü kesen bir yaklaşım, oysa seçici kurul ödül öncesinden değerlendirme kıstasları konusunda kendi arasında uzlaşmalı, tartışmalı ve bunu kamuoyu ile paylaşmalı diye düşünüyorum yani ödüle katılacak kişi kendinden ne istendiğini, bu kendi şiirine uygun mu bunu, bilmeli. Ödül sonucu da iki satırla değil, daha geniş ve doyurucu bir nitelikle açıklanmalı mümkünse bu yayımlatılmalı. Yani edebiyat kamuoyu seçilen dosya- kitap ve şairin hangi kıstaslarla seçildiğini, jürinin değerlendirmesini okuyabilmeli işte o zaman daha sağlıklı bir tartışmanın önü açılabilir, bu yapılmadığı için bizde ödül tartışmaları ölü doğuyor. Bunu sorunun paralelinde düşünürsek ödüllerin böyle bir işlevi olduğunu düşünmüyorum, yani ödüller doğrudan şairi yetiştirecek, onu dilin dünü, bugünü, yarını üzerinde düşünüp eyleme geçirecek özelliklerden oldukça yoksun. Bunun yanında ödülün böyle bir işlev üstlenmesi gerekli mi, emin değilim. Netice de bütün ödüller seçici kurulun inisiyatifine kalmış bir durum, o da yukarıda bahsettiğim gibi ciddi bir çalışma, açıklama, beklentiden uzak. O nedenle ödül şairin biyografisinde iki satırlık bir kelimeden ibaret kalmaya şu aşamada mahkûm. Konunun bir diğer ayağı da şair ödül alsın ya da almasın zaten dilin dününü, bugününü ve yarınının düşünmek zorunda olan kişi değil mi? Ödül bu noktada etkin olarak kullanılabilir elbette, buna bir itirazım yok. Dil gibi ödüllerin dünü, bugünü, yarını da tartışılabilir, şu aşamada ben ödüllerin genç şair için bir farkındalık yaratma, adını duyurma aracı olduğunu düşünüyorum, besleyici yönü ise ihmal ediliyor. Bu kadar ödül bolluğu da niteliğin önüne geçiyor diye düşünüyorum, yarın beş kişi bir araya gelip şartnamelerini bildik kalıp cümlelerle hazırlayıp bir ödül koyabilir, alıcı da bulur, bu kadar kolay. Bu kadar kolay olmamalı. Ödül özellikle genç şairin üzerinde hem olumlu hem de olumsuz sonuçlara yol açabilir. Burada da ödül değil şairin kendi uğraşı, şiire bakışı, dil ile olan ilişkisi devreye girer. Kısacası mevcut ödül mekanizması şair yetiştirmez, şairi yok da etmez. Kendini var eden de yok eden de şairin kendisidir.
İrfan Tanrıverdi
Ben ödül almak,vermek fiilini onore etmek, onore olmak duygusuyla yer değiştirerek yazıma başlamak isterim.Yazar ya da şair kişi yazdığı bir metnin hem kendi bünyesinde hem de dışında ne tür bir etki yarattığını merak eder. Şüphesiz bir değerlendirilmeye hatta eleştiriye ihtiyacı olduğunun farkında olmakla birlikte kişisel eğilimi çalışmasının ve bu çalışma sonrası elde ettiği ürününün sevilmesi ve övülmesidir. Okşayıcı bir tarafı vardır övülmenin. Ben eleştiriye açık bir sanatçıyım dese bile kendi duygusal gerçekliği övülmeyi pek benimser. İşte tam da bu noktada ödül mekanizması diye dillendirdiğimiz şey devreye girer. Bu mekanizma her durumda muhatabı olan yazar ve şairini pekala büyüleyip kandırabilir. Dilin sorunlarına eğilmek esastır ancak şiir sadece bir edebiyat içi sorun değildir. Bilim, kültür, siyaset, sosyoloji, psikoloji alanları edebiyat uğraşıcısını salt kendi edebi dünyası içinde davranma lüksünden uzaklaştırabilir. Edebiyat ödülleri bu ödüllere aday kimi şair yazarı, adına edebiyat piyasası dediğimiz çevrelerde adeta görücüye çıkarır.
İşte edebiyat geleneği dediğimiz şey bu görücüye çıkma halidir. Bu konuyla ilgili söylemek istediğimi bire bir benzemese de şair Nihat Ziyalan’ın ben Mehmet Fuat’a beğendirmek için çok şiir yazdım demesiyle örneklendirebilirim.
Ödül mekanizması o ödüle talip yazar ve şairi bir yanıyla piyasaya sunarken bir yanıyla da piyasadan çeker. Bu durum bazen tarafların karşılıklı rızasıyla vücut bulur ama çoklukla nasıl oluştuğuna dair nedenleri tartışmaya açık bir jüri hiyerarşisinin emriyle gerçekleşir. Ödül iyi ve kötü sonuçları olan deneyimlenmesinde yarar olan ve aynı zamanda da uzak durulması gereken bir şeydir. Şair kişi kimin tarafından övülmek istediğine karar vermelidir. Sevdiğim başka sevenim başka hali oldukça yıpratıcıdır.
Bazı şair ve yazarların edebi geçmişinde bir ödülün izine rastlamazsınız. Ödül hak edilerek alınabileceği gibi bir rastlantı sonucu da sizi bulabilir. Buna rağmen edebiyat çalışmalarının
Bazı dergi ve fanzinlerdeki ürünlerinin hatta kitaplarının ne kadar ilgi görüp okunduğu anlayacak bir zekaya sahip olması şair ve yazarlar için elzemdir.
Müstesna şuaranın dilin geleceğini düşünüp düşünmediğini bilmiyorum. Bildiğim bu müstesna şuaranın bu geleceğin lafını ettiğidir. Neredeyse şiiri teknik bir mesele gibi gören, şiirin dolayısıyla da şairin toplumsal alandaki sorumluluklarını görmek istemeyen kimi şahıslar sözü çok edilen bu şuaranın içinde yer almaktadırlar.
Sorduğunuz soruya gelince cevabım her iki seçeneği de işaret eder. Kendinin tekrarı düşüncede, eylemde, üslupta sonsuz bir şekilde hareket eder.Dilin geleceği meselesiyle ilgilenmek dilin dününe ve bugününe dair bir bilgilenmeyi ve özgünlüğü esas kılar. Arkaik kazı sözcükleri yaralamamalıdır.
Yaklaşık yirmi yıl önce çıkan şiir oku yaprağında bu konuda bir kelam etmiş, dilin sorunlarıyla ilgilenen şairler geleceğe kalır demiştim ama geleceğe kalmak arzusu da bir hayli sorunludur. Şair kişi yazdıklarının geleceğe ulaşmasını şüphesiz hayal edebilir ancak genel hatlarıyla yaşadığı çağın anını, tasarısını, sorunlarını ele almaktan vazgeçemez.
Şiir dünyası kendi şiir serüvenini içtenlikle icra eden şairlerin yüzüsuyu hürmetine dönmeye devam etmektedir.
Kendimizi dilin fedaileri sanmaktan vazgeçmek zorundayız. Ne yazık ki ben dil için arkaik kazılar yapmam. Dilin geleceğini de planlamak gibi bir işlevimin olması mümkün görünmüyor. Benim birim malzemem sözcük. Bu sözcükleri dolaşıma bir amaç için sokuyorum. Meselem dil değil. Meselem şiir sadece… İkisi aynı şey değil.
Dil de sözcük dediğimiz birim malzemenin kaynağı. Yani benim hayatta kalmamın da başka yolu yok. Bizimkisi çıkar ilişkisi tamamen. Dille ilişkimiz bu şekilde. Kaynak kuruyunca da ölürüm kaynak beni dışarıda bırakınca da. O kaynak müsamere kaldırır elbette. Sonuçta hava kirlenmesin diye ağaç dikmek, havanın ritmini bozmayıp yağmur yağmasına engel olmamak gerekir. Piknik yapıp mangal yapmakla yetinirsen, sonunda da mangalı söndürürsün kimseye zararı olmaz. O zaman mesele kalmıyor. Ama müteahhit piknik sevmiyor. Bildiği tek iş de bina yapıp satmak işte.
Ödül mekanizması bir müsameredir. Okur için bir şeyleri işaret eder, şair için bir nefeslenme alanı yaratır. Hiyerarşi oluşturur. Rütbe kavramını hayatın bir parçasına dönüştürür. Bunlar doğru yönetilirse okurda ‘şiir de okumalıyım, şairleri de öğrenmeliyim, şiirden anlamam diyerek kestirip atmamalıyım’ gibi bir hissiyatı uyandırabilir. Dağıtımcı şiir kitabı alması gerektiğini düşünür. Raflarda şiir kitabı görürüz. Ödül bunların tümünü tek başına çözemez elbet. Ama doğru çalışan bir ödül mekanizması bunların çözümüne küçük bir katkı verebilir. Dil meselesini dert edinmiş bir ödül komitesi doğru bir planlamayla bu konuya da katkı verebilir. Ama ödülün en doğru uygulamalarda bile katkısı sınırlı olur ancak. Dolayısıyla kötü uygulamaların da zararı düşündüğümüz kadar büyük olamaz. Kendini tekrar eden şairler, metodik şiirin hapsettiği iradeler, ödüller olmasa da olur. Buna gereksiz anlamlar yüklemek başka bir ayrıntıya işaret etmeli. Hayatın başka hiçbir alanında başarılı olamayıp, şiiri köprüden önce son çıkış olarak görüp, hayata oradan tutunan şair için ödül tek çaredir ve bu kesişmenin çıkardığı gürültü oldukça enerji tüketicidir. Bunu kıs kıs izleyip gülen ve bu durumun iktidarını koruduğunu bilen bir zümre var. Tüm bu kötü müsamereler silsilesi kimin işine yarıyorsa sorgulamaya ondan başlamak gerekir.
Murat Batmankaya
Ah, herkesin şair olduğu şu günlerde (kulağın çınlasın Aziz Nesin!) “müstesna”sını bulmak mümkün yahut kolay mı! Diyelim ki bulduk; düşünceyi zül addedip bizzat boynuna geçirdiği tasmanın ucunu muktedirlere teslim edenlerin dilsel bir kaygı taşımalarını umabilir miyiz? Hele hele arkaik bir kazı peşinde olacağı… Umarım yanılıyorumdur; onları yazmaya iten şey, kendilerinin yüceliğine duydukları sarsılmaz inanç ve bu inançla yan yana durmasına, el ele yürümesine pek şaştığım biat duygusu… Eğer bu “travma” değilse, nedir?
Kültürü, daraltarak söylersem, şiiri poplaştıranlara laf anlatmak kimin haddine!
Farkında mısınız, en içlinin, en melankoliğin dahi tasası dünyevî… E, bu üretilmiş, sahte açlığa dünya nimeti mi dayanır! Öte yandan, öyle bir garnitür ki şu ödül, bazen pastanın kendinden bile büyük…
Hal böyle olunca, ayrışan değil, benzeşen, hatta aynılaşan şairler çoğalıyor an be an… Samimiyetsiz bir güruh! İşin tuhafı, onca tantanaya rağmen ne ayak izleri var bir hışım geçtikleri güzergâhta, ne de gölgeleri düşmekte toprağa…
Mustafa Atapay
Gizli bir pelerin örtülüdür, incecik tülden, bir altın elmanın üstünde. Şair olan bu pelerini kaldırıp, altın elmayı aklıyla görür, sezgisiyle anlar, tutkusuyla çabalayarak ortaya çıkarır. Yani hakikatten, ateşten bir parçayı göğüsleyerek dünya manavına koyar. Onu allar, pullar, süsler ve biçimini anlamını bekletir, orada o dünya manavında. Ve bir gün biri alır o altın elmayı dişler.Çünkü artık o hakikatten devşirilmiş, kopartılmış, ateşi sönmüş kızıl sulu diri bir elma olmuştur. Göklerden çoktan kopartılmıştır. okuyucusu onu dişlemiş ve anlamından bir lezzet almıştır.o altın elma şiir olmuştur dünya manavında.yendikçe lezzetlenmiş ve kendini var edip yeniden bilgisini vermiştir, arayan aç okuyucuya.
Pelerini artık şair kuşanmıştır. Pelerinin altında şair kalmıştır. Puslu, tedirgin ve örtülü. Hayalet gibi dünya evinde gezmektedir bundan böyle. Yük ona geçmiştir, altın elmanın ağırlığı. Ondandır şair halleri, bu ateşten yükten kurtulmak içindir, serseri avareliği, suskun avazı ve derin sükuneti gevezeliğinin altındaki. Bu haller yumuşatır şairin yükünü. Böylece katlanabilir ezilse de altın elmayı gördüğü için.
Tül pelerin kalkmış, şair altın elmayı yuvarlamıştır dünyaya. Bunu nasıl yapmıştır peki ne vasıtasıyla? Tabiki dil ile yapmıştır bunu. İlkel bir mağaradan çıkan insanın vahşi dürtüsüyle. Çünkü dil dizginlenmez ve önlenemezdir. Kemiği olmayan bir gerçektir. Değişir gitmek ister dil. İlkelden medeniyete bir akışı vardır sözün. Dil söylemek ister tek derdi budur. Bu yüzden de dil doğruyu söylene kadar cezalıdır ve kemiksiz bırakılmıştır. Uysun diye her hale, şekle, duruma böyledir. Dil oynaktır. sadece doğruyu söylerken ağırlaşır. Hakikat dili ağırlaştırır. Taş kesilir dil susar gerçeğin karşısında.az ve öz söylemek iyidir. şair gevezedir. Sabah ötecek bir dal arayan kuş gibi.Bir çok ağaçtan kovulur. Gürültücü olduğu için. Ah! Göğsünde ateşten yükü savruk şair.
Dil şiiri inşaa eder. Örtünün altından görünmeyen olanı bulup çıkarır. Görünür bir şeydir şiir. Gizemli değil. Bunu yaparken akıl, sezgi ve tutkuyla yapar. Avını arayan bir av köpeği gibi izini sürer şiirin. Dil bir imkan meselesidir. Dil öncüdür. Önceden var olandır. Şiirden önce dil vardır.Oysa şiir dilden eskidir, hep vardır. Dil bulunan, şiir olandır. Şair ise bilici bir aygıttır. Hisseder, yaşar ve bakar. Görmesi gerekeni görür. gördüğü gerçek olabilir.
Tüm bunlardan sonra şaire verilen en büyük ödül şair olamaktır. Verilmiştir zaten şair olana. Diğer türlü bir ödül, güzel bir takdir, onay ve tebriktir. ödül bir attır kimi iner kimi biner dül dül.
Bir tebessümden öpücüğe, güzel bir söz övgüye kadar insana söylenen, verilen her şey ödüldür. Bunun yanında sanatçının ürettiği, emek harcadığı sanatına verilen takdir de, ödül kılıfıyla ona ulaşabilir. Ama ulaşamayabilir de. Sanatçıya en büyük ödül, zaman kavramının, onun eserlerini koruyarak geleceğe götürmesidir.
Fakat biz sanatların en üst disiplini şiiri incelerken, öncelikle ödül nedir diye sorarak başlayalım konumuza. Sözlük anlamı; “Yaptığı bir işten, bir davranıştan dolayı birine verilen armağan” olan ödülün bir diğer tanımı da şöyle: “”Bilim, sanat, yazın alanlarında ya da başka alanlarda açılan yarışmalarda, özenli bir incelemeden, değerlendirmeden sonra başarılı bulunanlara, derece alanlara verilen değerli armağan”
İnsanoğlu var olduğu günden beri rekabet halindedir. Bu psikolojik durumu ödülle perçinleştirmek, onu diğerleriyle kıyaslayarak öne geçirmeye çalışmak güdüsüdür ödül. Sanatçıyı teşvik için verilmesi, belki sanat döngüsünün yalnızlık otağında renkli dönüşümlere yol açabilir ama ödüllendirilen bir şair bundan sonra nasıl hareket edecektir?
Şiirin ve şairin asli görevi özgür olmaktır. Cioran “özgür olmak, bir insanın ödül düşüncesini başından savmasıdır; insanlardan ve Tanrılardan bir şey ummamaktır; bu dünyayı ve ne kadar dünya varsa yalnızca hepsini reddetmekle kalmayıp, kurtuluşun kendisini de reddetmektir” der. Sadece kendini kurmak düşüncesiyle hareket eden ve var olan tüm düzenleri reddeden, dolayısıyla kendi varoluşunda yani kendini dışarı şiirle yansıtan, devrim yaratan biri, ödüllendirilebilir mi? Ödüller sadece kalabalık sanal sistemin arasından şiir derdi olanların, belki topluma daha kolay ulaşmaları ya da ekonomik tasarruf elde etmeleri olabilir. Zira sadece saf ve gerçek şiire ulaşmaya çalışan şairler sadece, dilin arkaik kazısını yapabilir ve dilin sınırlarını zorlarlar.
Ödülün güçlü şair oluşturmak gibi bir misyonu var mıdır? Bir ödül ortaya güçlü şair çıkarabilir mi? Öyleyse, ödülün rastlaşmadığı güçlü şairler ne olacak? Ödül aldıktan sonra, daha fazla çalışmak ya da en üst dereceye nasıl ulaşırım kaygısı mı duyacaktır şair? Esrikliğini, şiirini ödüller mi zorlayacak ya da geliştirecektir? Ve bir şair, ödüle göre hareket edip, ödüllere kazanmak için girerse; şiirin, şiirinin anlamı mı kalacaktır? Hayır!
Şairlerin kalabalık olduğu yüzyılımızda, ödüller de kalabalıklaştı. Düzenli, derli toplu memur şairlerin çoğalması demektir bu. İlk kitap ödülünden tutun da, emek ödülüne kadar ki ödüller ödül enflasyonunu da getirdi. Kazara belki bazıları halka ulaşabiliyor, bazılarıysa ödüllü olmasına rağmen ulaşmıyor. Az sayıda ve seçici davranılarak ödül verilse, belki insanların o eseri alıp okumalarına sebep olabilir fakat bugün ödüllü kitapların dahi takibi tam yapılamıyor artık.
Büyük şairler adına verilmiş saygın ödüller, belki adına ödül verilen şairin şiirinin ilerlemesi için yapılan bir çalışma olabilir ve bu yararlı bile olabilir fakat burada şairlerin özgün dillerini kaybetme tehlikeleri vardır ve böyle ödüller bir isme şiir çizgisine göre verilen ödüller sadece adına ödül konulan şairin isminin yaşaması için yeterli olabilir. Öyleyse ne yapacağız? Kültür endüstrisiyle sanatın yarıştığı günümüzde şiirin popüler turizmi ödülleri ne yapacağız? Tümden kaldıralım mı?
Şairler; halka daha kolay ulaşmak, basım-dağıtım zorluklarını aşmak, hayattayken değer görmek isteyebilirler. Bu yüzden saygımızı koruyalım. Fakat amaç asla ödül olmamalıdır. Bu hem kendi şiirine, hem de şiire zarar vermek demektir.
Ödüller var olduğu sürece, katılımlar da olacaktır. İyi şairler de ödül almaktadır, vasat şairler de. Çünkü ödül kalabalığı vardır. En iyiye ulaşmakta bir kriter olmadığı gibi, dili geliştirmeye yönelik sanatsal bir hareket değildir, ödüller. Ödüller bir rekabet piyasasıdır. İçinde şiir taşıyan ve şiiri yaşam biçimi edinmiş hiçbir şair ödüle göre hareket etmez, ödül de bu şairleri çoğaltıp eksiltmez.
Ben de ödül aldım. Ve yine bazı özel ödüllere, sevdiğim şairlerin ödüllerine katılabilirim. Bu sadece yaşadığım zamana özgü bir davranış, bir olgu olabilir. Asıl önemli olan, zamanın kucağına verdiğimiz şiirimizdir.
Şair; kendi içsesinden beslenen, boyut ötesi gerçeğe ulaşmak için genel gerçeklikleri reddeden, dış dünyayı ruhunda öğüterek dışarı çıkaran, varoluş kaygısı taşıyan kişidir ki; dili de bu zorlar. İnsan kendini zorladığı, ruhunu arındırmak için çabaladığı, kurulu tüm düzene başkaldırısını sözcüklerle işlediği zaman, yeni bir dil yeni bir şiir oluşturur. Geleceğe de ancak bu şairler kalır. Ödüller köpüktür. Köpüklü sabun sevenimiz vardır, köpüksüz de. Günümüzü köpük olarak algılarsak ve hem bugünü yaşamak istiyorum, hem de geleceği diyorsak hiçbir sakıncası yok. Ama ödüllerin şiir geliştiren değil, modernizme ve popüler kültüre eğildiği bir çağda çok dikkatli davranmalı, şiirimizi, şiiri ve özümüzü korumalıyız.
Onur Akyıl
Marksizm dilin üretim ilişkilerinden doğduğunu, ilkel ses birikimlerinin, sesle ortaya konan insanı duyumların sonunda belirli anlamlar ve bu anlamları sürekli kılacak kalıplara dönüştüğünü söyler. Sorduğunuz sorunun cevabına ulaşmak için de bize yol gösterebilecek bir kavrayış bu.
Genel edebi üretimler açısından ya da şiir özelinde, yaratıcı özenin ne gibi bir toplumsal üretim ilişkisi içinde olduğunu görmek, anlamak, bilmek gerekiyor. Bu güne değin hep neyin şiiri yazılıyor, nasıl yazılıyor, neden yazılıyor gibi üst soruların etrafında dönüp durdu şiir meselesi. Oysa gittikçe daha karmaşık bir hal alan üretim ilişkileri yönlendiriyor yaşamı. Öyleyse belki önce buraya bakmak gerekiyor. Çünkü şiirin yaratıcısı kadar, ortaya çıkan ‘işleri’ değerlendiren ‘jüri’ninde aslında bağımlı olduğu nokta burası; yani jüriyi de burada tanımlamak lazım. Onların, sizin deyiminizle ‘müstesna şuaranın’ hangi dili öne çıkardığı ve dolayısıyla dil adına bir şeyleri var mı, yok mu ettiği ancak böyle anlaşılabilir.
Aslında dil yukarıdaki tanıma dayanarak düşündüğümüzde elbette gericileşmenin ve / veya ilerici toplumsal bir tavrın doğduğu bir eşik. İnsan ilişkilerini de belirleyen yaratım süreçleri ve bu süreçlere etki eden nice başka nedenin tarih olarak adlandırıldığı anda, bu belirlenmiş tarihin kendi dili de oluşuyor. Olayların, kavramların, olguların ve dahasının sürekli işleyen bir sonsuz olasılıklar zinciri var. İnsan öznenin içine kapanması, azalması ve kendini var ettiğini sanarak yokluğa, hiçliğe yönelmesi onaylandığında, ‘yeni’ olanı ortaya çıkarmanın imkânları da yok oluyor. Bunun kısa tanımı piyasa; fakat işin çelişki gibi görünen ama aksine üzerinde durulması gereken noktası da burası. İnsanı toplumsal olandan koparmak ve ne idüğü belirsiz bir acının içine gömmek elbette yalnızca budalalık. Dünyada gerçekten ne işi olduğunu kavrayamayan herkese bir an önce intihar etmelerini tavsiye ediyorum; dili rahatlatacak olan, dolayısıyla tüm yaşamsal sapmaları ortadan kaldıracak bir durum bu. İlginç mi? Aslında değil. Üretmeyenin sıkılmasından ve sıkıldıkça saçmalamasından daha doğal bir şey yok ve olamaz. Ama işte bu malum ‘müstesan şuarının’ hayata ve sanat asıl saldırdıkları nokta burası; bunu da ödül mekanizması içinde doğal olarak dil üzerinden gerçekleştiriyorlar. İyi değiller, iyi niyetli değiller, başarısızlar. Bunu, bu durumu kapatmak için dönüp dolaşıp Cemal Süreya’ya sığınıyorlar. Cemal Süreya muhtemelen bu ‘Celali’ olmayan, otel lobisi ve takım elbise seçkini tiplere yerinde bir şiirle seslenirdi, görseydi şimdinin olup bitenini.
Anlayacağınız ortada derinlemesine düşünülmüş bir edebi arayıştan çok, solun değerlerini edebiyat alanından temizlemeye yönelik bir çaba var. Yıllardır da var bu; entelektüel olmanın ya da öyle görünmenin gericileştirdiği, modern sonrasının kimliksiz ve kişiliksiz yığınlarının ‘özlemlerini’ (?) ortaya çıkaran çarpık ve saçan dilin sanatla buluşmasını, daha doğrusunu sanata bulaşmasını bu yüzden engellemek oldukça zor. Açıkçası bu anlamda birinci madde, şiirin kişisel, bireysel; nasıl tanımlarsanız tanımlayın bir şey olduğunun anlaşılması. Herkes uydurduğu şeyin / şeylerin şiir olduğuna emin. Neden? Küçük İskender biliyorlar ama Gabriel Celaya okumamışlar da ondan.
Örneğin Enver Gökçe Şiir Ödülleri’ne bakalım. Bakalım ve kendimizi tutmadan kocaman bir ‘Ayıptr!’ diyelim. Enver Gökçe şiir ödülünün Hüseyin Haydar’a verildiğini gördü bu ülke. Kahredici… Diyeceksiniz ki, size ne sorduk, siz ne anlatıyorsunuz, oysa dediğim gibi meselenin özü buralarda.
Çünkü güçlü ve yıkıcı bir şiir dilini onaylamak yürek ister, bilgi değil. Bilgiyle bir şey değişmez hayatta, eyleme geçmemiş, dökülmemiş her bilgi yalnızca yüktür. Lenin’in bu konuda söylediklerini anımsayın. Hele ki genç arkadaşlar; aşka ve ölüme sıkışmış bir hiçliğin içinde dönenip duruyorlar. Sahte aydın, sol soslu tipler de ‘ağabeylik’ müessesi içinde onaylıyorlar bu şiirleri. Dolayısıyla onaylanan bir dil var ortada, bir söylem var. Kapitalizmin yok eden dili ve söylemi onaylanıyor. Ödül de, ödülün kendisi de bunun maddeleşmiş hali / totemi / putu / ikonu. Bu puta, ikona, toteme sahip olmak için genç nesil iyice zırvalıyor; ‘Benim onaya ihtiyacım yok, ha!’ zekâsı tolu fotoğraflarda boy gösteriyor. İşte sizin bir soru olarak aslında bir tespit olan söylemenizin açıklaması da tam burada.
Kısacası kazanan ‘tekrar’ ve bunu bize güçlü ve yeni bir dil gibi sunmaya devam edecekler, başka çareleri yok. Boyun eğdikleri çirkinleşmenin, yozluğun, gericiliğin beklentisi olan dil bu çünkü. Böylelikle kontrol edebildikleri anarşistler, solcular yaratıyorlar. Bu anlamda ‘insanın’ kendini sakınması oldukça zor. Bu yüzden işte, soru formundaki söyleminize katılıyorum. Gelecek için ya da daha etkili ve topluma temas eden bir dil için olması gereken sınıf perspektifinin merkeze alınması. Hayatın her alanında üretim olmalı ki, dil gelişsin ve yenilensin. Bundan ötesi manita koynu, viski bardağı, ödül töreni ve şiir festivali… Bizim aradığımızsa yeni insan, yeni kültür, yeni dünya.
Değer verip bana da sorduğunuz için teşekkür ederim.
Sevgili Levent, sorunu bir neden sonuç ilişkisi içerisinde değil de, iki parçalı olarak almak isterim. Çünkü, ödül mekanizmasının şairin şair olma sürecine öyle düşünüldüğü kadar etki ettiğini düşünmüyorum. Ödüllü iyi şairler var elbet, hatta bir ödülle varlığını güçlü biçimde görünür kılan şairler de var. Ancak, doğrudan doğruya bu mekanizmanın şairin daha iyi bir şiire evrilme süreci adına bir etkisinin olduğunu düşünmüyorum. Öte yandan, şiir dünyasının çok içinde biri olarak sen de biliyorsun ki, birtakım güncel kodları izleyen şairlerin ödüllerle daha rahat buluştuğu, onların şiirlerin daha çok ödülle taltif edildiği (onca işleri arasında bir de onca kitaba, dosyaya şöyle bir göz atmak zorunda olan ödül jürileri için de bunun bir kolaylık olduğu) bir gerçek. O bakımdan, hiçbir kitaba, hiçbir şaire ödül aldığı için bakmış değilim. Ödül aldığı için gözümde daha da kıymetlenmedi hiçbir şair; tersine, son cümlelerimde söylediklerimden dolayı, ödüllü şairi daha dikkatli okumak, ödülden dolayı oluşan yapay duruma karşı daha dikkatli olmak gibi bir alışkanlık bile edindim. Ödüle de, ödül alana da karşı değilim; katılan katılsın, alan alsın; ama ben ödül mekanizmasının yaratacağı o yapay algıyla şiirime bakılmasını hiç istemem; o yüzden hiçbir ödüle katılmadım, hiçbir şiirimi yarıştırmadım. Ödülün benim için daha anlaşılır olanı, şiire daha yakışır olanı yarışma mekanizmasından bağımsız, bir şiirle ya da bir kitapla birlikte, özellikle kurumsal olarak kendini de onurlandıran bir anlayışla verilenidir. Yani denmeli ki, bu şiire, bu kitaba şu ödülü, başka şiirlerle yarıştırmaksızın, kıyaslamaksızın, doğrudan bu şiirin, bu kitabın şiirimiz için yarattığı değer adına; şiir dünyamızdan edindiği özgül yer adına veriyoruz. Salt o şiirin ya da kitabın öneminin vurgulanması adına verilmeli ödül. Aslında burada da bir kıyaslamadan, başka eserlere tercihten kaçıldığı söylenemez; ama bu şekliyle daha doğal, daha derinlikli, daha şaibeden uzak ve en önemlisi şiirin ve şairin onurunu zedelemeyen bir ödül mekanizmasından söz edilebilir. Benim kabul edeceğim tek ödül de bu tür bir yaklaşımla verileni olabilir. Diğer türlüsünün sidik yarıştırmaktan öte bir anlamı yok benim için.
Sanırım, “çünkü…” diye başlayarak ikinci kısmı kendimizce yanıtlamış olduk. Sorunun dille ilgili kısmı aslında beni çok daha fazla ilgilendiriyor. Şairin dile bakışı elbette bir dilcinin bakışından farklıdır. Dilci, dile bakarken deyim yerindeyse onu narkozla uyutur; keser, biçer, ultrasona sokar, filmini çeker filan. Yaşayan değil, bir süreliğine öldürülmüş bir dildir dilcinin çalıştığı. Bu durumda var olan bünyeyi tanımaktan ve iyileştirmekten öte değildir yaptığı. Şairin dille ilişkisi farklıdır. Dilin ham bir malzeme olarak varlığı şair için yeterli değildir. O yüzden sesten sözcüğe, sözcükten sözdizimine kadar dili, kendi dilbilimsel varlığına yabancılaştıracak, onu başka bir şey kılacak bir biçime sokar şair. Bu her has şiirle tekrarlanan, durmadan tekrarlanan bir işlemdir bu. Şiirin dil içerisinde kat ettiği bu dolambaçlı, karmaşık yollar kalınlaştıkça, koyulaştıkça, şiir yoluyla fethedilen bu imkânlar şiir için alışıldık bir hal aldıkça şiir bunları verili dile devreder; şair başka imkânlar aramak üzerine devam eder yoluna. Şiir, dili, “şiir dili” dışında da böyle besler. Bunu gerçekleştirmek için şair, bir ölçüde etimolog gibi çalışır diyebiliriz. Çünkü, etimolog, verili dilin tarihsel nedenlerle gölgede kalmış, belirsizleşmiş, kaybolmuş parçalarını arar bulur ve görece daha bütünsel bir yapıya ulaşmaya çalışır. Dilin, yüzeyden (bugünden) oluşturduğu görüntüyü değil, en derinden (geçmişten) başlayan bütün gövdesini görmeye çalışır. Ne ki, etimoloğun çalışmasının, kimi dönemlerdeki politik müdahaleli canlandırma çalışmalarını saymazsak, güncel dile pek bir katkısı yoktur. Şair de görünenle ilgilenmez. O da kazı yapar. Tıpkı etimolog gibi. Ama şairin aradığı ne eski, unutulmuş bir sözcük, ne unutulmuş bir ek, ne de varolanların daha eski formlarıdır. Şair, seslerden başlayarak, sözcüklerdeki hiç bilinmeyen, hiç fark edilmemiş, başlangıçtan beri hiç olmamış olan edayı, tavrı, tınıyı arar. Sözcüklerin yan yana geldiklerinde ilk kez ortaya çıkan gerilimdir; ya da o iki sözcüğün ilk kez yan yana gelmişçesine (ki bazen ilk kez yan yana geliyordur) iki barbarın konuşmalarına benzeyen, homurtuya benzeyen seslenişlerdir şairin ortaya çıkardığı. Şair dilde varolanı değil o halde, dilin kuvvesinde (potansiyel) olanı ortaya çıkarandır. Demek ki, öldüren değil; canlandırandır şair. Dilin içinde yeni kıpırdanışlar, tomurcuklanışlar, çiçeklenişler yaratandır. Bunu her şairin yapabildiğini düşünmüyorum. Yukarıda belirttiğim bir nokta vardı: Has şiirin fethedişleri vardır. yeni imkânları fetheder has şiir. Ama bir süre sonra terk eder o fethedilmiş bölgeleri dedim. İşte, şairlerin çoğu, o fethedilmiş, ehlileştirilmiş, çevre düzenlemesi yapılmış, tehlikelerden arındırılmış yollarda gider gelir. Onlar (çoğu ödüllü olan onlar) şiire bir şey kazandıramaz. O bilindik yolların usta şairleri olarak anılırlar en çok. Ne dile ne de şiire zerre katkıları olmaz. Bir coğrafyanın şiiri onlarla temsil edilemez; edilmemelidir. Nazım’ın büyük yeniliği öncelikle dildedir, Dağlarca, Necatigil, İkinci Yeni’nin majörleri ve başka büyükler… Bunlar, dilin köstebekleridir, Açtıkları yüzlerce galeriyle dilin toprağını yumuşatmışlar, esnetmişler, nefeslendirmişleridir. Ece Ayhan’a bir şiirin bittiğini nasıl anladığı yönünde bir soru sorarlar. Yanıtı, birebir hatırlamamakla birlikte, yaklaşık olarak şöyle der: “Sözcüklerin kıpırdamaya başladıklarını görürüm.” Durum, yaklaşık olarak böyledir.
Böyle bir soru her ne kadar seçici kuruluğun dile bakışıyla ilintili olsa da, şairin yeni bir dil oluşturma çabası çoğu kez seçici kurulun dikkatinden kaçmayacak böyle bir şiiri ön plana çıkarmak isteyecektir.
Bu kıyaslama, bana bir an folklor ile edebiyatın kıyaslanması gibi geldi; yapıtlarında öz Türkçe sözcük kullanmayı ilke edinen Tahsin Yücel’in “… yoksul için yoksulun varsılı, soğan için soğanın cücüğü ne ise edebiyat için folklorun yeri de odur” sözünü anımsattı.
Dağlarca’nın, Nurullah Ataç’ın, Tahsin Yücel’in seçici kurulunda yer aldığı bir şiir ödülü varsayalım, böyle bir seçici kurul sizin söyleminizle dilimize elbette “dilin geleceğini harf harf izlek edinmiş güçlü şairleri kazandırır.”
Dile kendini yineleyen şairler kazandırma işi halk bilimcilerin ve şarkı sözü yazarlarının işi olsa gerek, zaten dilin arkaik kazısının yapılmadığı neresi kaldı ki…
Tersinden başlayalım. Ödül, ödüllendirme mekanizması doğası gereği ideolojiktir. Konulan ödüllere bakıldığında, adına ödül konmuş kişi yada kurumların resmi yada gayri resmi bir ideolojiye dolayısıyla o ideolojinin sanatsal uzantısına ilişkilendirilmiş bir bildiriyle desteklendiğini görürüz. Dolayısıyla farklı uçlardaki şairlere değil, kendilerine yakın duranlara davetiye çıkartırlar. Bütünü kapsayacı olan ödül değil yarışmalardır. Öncelikle bu iki mekanizmayı, yani ödül ve yarışmayı birbirinden ayırmak lazım. Yayınevi, vakıf, yada derneklerin ön ayak oldukları isime veya kuruma ithaf edilen ödüller ithaf edildikleri kişi itibarıyla ve kurumun genel düsturuyla ölçütlendirilir. Seçilen jüride bu bağlamda belirlenir. Genelde bir kitabıyla değerlendirmeye alınan şair, jüriyi oluşturan kişilerin o şairin hakkında edindikleri genel kanıyla değerlendirmeye alınır ki bu işleyiş farklılıklar gösterse de genelde aynıdır. Yarışma ise henüz kitaplaşmamış kitap bütünlüğündeki dosya, bir kaç şiir yada bazen bir tek şiirle yapılan katılımlar da, konu bütünlüğü veya serbest konuyla olur. Amacı gençleri özendirmek, kalıcı olabilecek isimleri öne çıkartmak, yeni isimler kazanmaktır. İlkinde ödül sadece plaketle sınırlandırılmaz ve maddi bir boyutu da vardır. İkincisinde ise genelde onore edecek şıklıktaki bir plaketle beraber, şiir dünyasına sunum, ve kitaplaştırmadır ödül.
Yukarıda ki paragraf olanı değil, olması gerekeni anlatır. Olması gereken budur evet, peki olan nedir? Ödül, yarışma ve festivallerde havada uçuşan plaketler, taltif edilen isimler, jürinin önüne konulan dosya ve kitapların oluşturduğu selüloz ve mürekkep kirliliği neyi temsil etmektedir? Adına ödül konulan şairlere ve kurumlara bakalım. Aralarında saygın üç beş isimden geriye ne kalır silkelesek? Yada adına ödül konulan isimlerin bazılarının şiire , dolayısıyla dile ne katkısı olmuştur? Belli bir zümrenin ideolojik kaygılarından, bazı gurupların duygusal yaklaşımlarından öteye geçmeyen bir çok ödül var. Bu ödüllerin basiretsiz kişilerin ellerinde ne hale geldiği hepimizin malumudur. Onlarca yıldır süregelen tartışmalardan sonuç çıkmamasını, ödüllerin vereni de verileni de cilalama tezgahına dönüşmesine bağlıyorum. Yukarıda belirttiğim gibi, bir kaç saygın ödül mekanizmasının, bir kaç saygın kurumun açtığı yarışmaların dışında şiirin ve dilin dert edinildiğini düşünmüyorum.
Soruşturma sorusu iletildiğinde, sorunun ilk cümlesindeki iki kelime dikkatimi çekti. ‘Müstesna’ ve ‘şuara’. Her dönem kelime anlamı; benzeri az bulunan, benzerlerinden ayrı, üstün olan, seçkin anlamına gelen müstesna kelimesine yakışan isimlerini yaratmış, o isimler; içinde devindikleri uzam zamanda karşı karşıya kaldıkları sosyoekonomik, sosyokültürel, sosyopolitik atmosferin etkisiyle oluşturdukları şiirlerini gerek geleneksele yaslanarak, gerekse de red edişlerle yeni bir gelenek yaratarak miras olmuşlardır. Şuara ise her ne kadar şairler anlamına gelse de Kuran-ı Kerim’de yer alan bir suredir. Ve gündelik hayatta bizim anladığımız anlam da kullanımı yoktur.
Cümlenin başına eklemlenen bu iki kelimenin yarattığı ironi cümlenin devamında saklıdır. “…işlerinden sadece biri dilin geleceğini düşünme ve arkaik kazısını yapmaktır.” Son kertede geçmişten miras olan şairlere baktığımız zaman dilin olanaklarını kullanarak geleneksele baş kaldırıyla beraber oluşturulmaya çalışılan yeni bir gelenek kaygısı görürüz. Batı ikameci şiirle, geleneksel şiirin iç içe geçtiği örneklerin karşısında, gelecekçi kaygıyla yazılmış, farklı deneysel biçimlerle de karşılaşırız. Biçim-içerik tartışmasının orta yerinde, ideolojik tartışmaların, sanatın geneline yayılan, sanat-toplum ilişkilendirmesiyle oluşan açmazlar bulunur. Şaire atfedilen dil bilimci görevi, toplum bilimci ve tarihçi rolü, romancılarla karşılaştırma çapsızlığı, imge ve metaforun arasındaki ayırımın belirsizliği, aforizmalarla beslenen dert anlatma telaşı şiiri farklı bir zemine çekmektedir. Her kuşağın kendisinden öncekilerden devr aldığı bu tartışmalara vermeye çalıştığı cevapların aynılığı, yirminci yüzyıl şairlerinin felsefi yada ideolojik baş kaldırıyla sanata atfettiği gelecekçiliği put kırma ritüeline dönüştürmesinden ibaret gibi gözükür. İşin ilginç yanı, günümüzde bu şairlerin kendilerinin de puta dönüştürülmüş olmalarıdır. Dolayısıyla, mevcut ödüller, sorunun başındaki cümleyle ilişkilendirilemez. Adına ödül konulan şair dile eklemlediği yenilikçi söylem biçimi, yarattığı geniş zamanlı imgeler, şiirin sorunsallarına dair kafa yorma edimi, dert edinmeleriyle ölçüt olarak değerlendirilir. Salt şiir yazarak verilen katkı da göz ardı edilmemelidir elbette. Ama daha önce de söylediğim gibi, sanat dolayısıyla şair, yakın çağlardan bu yana ideolojiktir. Elitisizmin, yani müstesna olmanın zorunluluğu olarak, retorik, eski adıyla belagat sanatı, ajitatif söylem biçimine dönüştüğünde şiir başka bir duruma evrilmiştir. Evet, şiir aynı zamanda bir söz söyleme sanatıdır. Ama hayır. Şair dil bilimci, yada tarihçi değildir. Evet. Kendi disipliniyle ilgili çok şey bilmek zorundadır. Şiir dışında okumalar da yapmak zorundadır. Ama şaire toplum sürükleyici rolü biçmek, onu miting alanlarında elinde mikrofon ajitasyon çeken çığırtkana dönüştürmek ideolojik sapmadır.
Keza, günümüz ödüllerine baktığımızda(veriliş amacıyla, ödüllendirme biçimiyle, jüri seçimiyle) gördüğümüz içler acısı manzara, şair, şüreka ilişkisinden öteye geçmemektedir. Bir kaç iyi niyetli kalkışmanın, dili ve şiiri dert edinen bir kaç iyi niyetli yapılanmanın dışında kalan bu tip bütün oluşumların temelinde tecimsel kaygılar görüyorum. Zaten dili, dolayısıyla şiiri dert edinenler tarihsel olarak ödüllendirilir.
Ödüllerin bu konuda bir etkisinin olduğunu düşünmekle beraber şüphelerim olduğunu da belirtmek isterim. Şöyle ki. Ödül veren yada ödül alanlara bakıldığında (nitelik bakımından öne çıkanları kasıtla) yaptıkları katkı ve çabalarının, politik ve poetik duruşlarının örnek teşkil etmesi nedeniyle ardıllarına yol ve yöntem işaret edebileceklerine inanmak istiyorum. Ustanın çırağını değil, çırağın ustasını seçtiğine inanırım. Bu anlamda ödül ve yarışma yüzdesindeki çapsızlıktan çok, nitelikli olanın olumlu etkileri olabileceğini işaret etmek isterim.
Son olarak; her ne kadar tekrara düşen şairler olma riskini barındırsa da bu durum, tarihsel olarak kendi özgün dilini yaratmayı başarmış ‘müstesna’ şairlerin az da olsa çıkma olasılığı çok yüksektir. Tarih bu örneklerle doludur ve işte o örnekler eklemlenir şiir tarihine. İsimlendirip, örneklendirmek, oylumlu bir araştırma gerektirdiğinden bundan özellikle kaçındım. Bu soruşturmadan hareketle oluşabilecek tartışmaların öncüllerinden farklı olmayacağı kaygısını gütmekle beraber, on yıllık zaman dilimlerine bölünen kuşak oluşturma hastalığından, hempa yaratıp çeteleşerek şirketleşme çirkefliğinden şiiri kurtaracak bir mekanizmanın, en azından şimdilik mümkün olmadığına inanıyorum. Günümüzde sosyal medyanın da etkisiyle, zaten doğası gereği sabırsız olan gençlerin, tevhidi tedrisatı red ederek, dergi, fanzin ve ödül yoluyla isimlerini cilalayarak öne çıkma çabaları anlaşılır bir şeydir. Burada oluşan, plaket, selüloz ve mürekkep kirliliğinin içinden kendi geleceklerini yaratacak olanların kalıcılığının istikrar, sabır ve çalışmayla olacağını düşünüyorum. Dolayısıyla örnek oluşturması açısından ödüller doğrudur. Genç şairi tekrara düşürme riskini içinde barındırsa da, özgün ve öznel olarak yaptırımcıdır.
Son cümleden hareketle, dilin geleceğinden çok kendi dilinin geleceğini dert edinmesi gerektiğine inanırım şairin. İçinde bulunduğu sözsel eylemin, yaptığı buluşlarla dile eklemleneceği, yarattığı etkiyle, çeviri yoluyla başka dillere sıçrayacağı mutlak bir gerçektir ve onlarca örneği vardır. Şairin görevi dili rehabilite etmek değildir. Som okumalar yapar şair. Şairin görevi yoktur. Şiiri dert edinirken zaten kendi dilsel coğrafyasında devinir. Dolayımlı olarakta şiire eklemlediği her şey o coğrafyada büyür ve gelişir. İçselleştirdiği şeylerin dışa vurumu da aynı şekilde gelişir. Burada ödül mekanizması, işaret ettiği kişi ve açtığı yolla sınırlıdır. Kıymeti vardır ya da yoktur. Ödül almadan ölen, sonrasında adına ödül konulan bir çok şair vardır. O ödüle erişemese de, adına ödül konan şairden feyz alarak şiir yazan pek çok insan vardır. Öncül olan bunu bilmese de başarmıştır. Aslolan budur.