Reyhan Koçyiğit ile İt Yangını Üzerine
İt Yangını, Reyhan Koçyiğit
Öykü, Edebi Şeyler Yay.
Kemal Yavuzer
K.Y.:İlk kitabınız fakat siz zaten yayıncılık dünyasının içerisinde etkin olarak çalışıyorsunuz, bu dünyaya yabancı değilsiniz. Daha önce, başkalarının kitaplarını yayına hazırlarken sizde uyanan fikirler ve edindiğiniz birikim sizin kendi öykülerinizi oluşturmanızda ne kadar etkili oldu, siz yazma serüveninizi nasıl görüyorsunuz?
R.K.:Yayıncılık dünyasının içerisinde yer almamın yazınsal açıdan üstümde etkisi olmuştur olmasına fakat yine de bunun net hatlarla ayırt edilebileceğini sanmıyorum. Hayatın çok fazla değişkeni var. Her an sayısız duygu geçişleri yaşıyoruz, bir an öncesinde keyifliyken, bir an sonrasında bir travma yaşamamızmümkün. Yaşadığımız, karşı karşıya kaldığımız her bir olayın kendi içinde bir öyküsü var. Örneğin sıradan bir öğlen yemeğinden bile etkilenmiş olabilirim. Ya da sabah işe gelirken bindiğim tıkış tıkış otobüste “biraz ilerler misiniz?” diye seslenen bir yolcunun sesinin tınısından. Yani etki her yerde ve çok fazla. Özetle, ben yazıyorum çünkü özgür olduğum tek alan orası. Bütün kalıplardan, formüllerden, zorunluluklardanuzak, tüm sıkıştırılmışlığımdan sıyrılıp orada, sadece orada özgürce yaşabiliyorum.
K.Y.:Öykülerinizde modern zamanın sorunsallarını görüyoruz. İlk öykünüz “Bir İshallinin Günlüğü”nde de olduğu gibi toplumdaki bireyler bir yandan hayat kaygısı bir yandan da dile getiremediklerinin verdiği kişisel problemlerin içerisinde sıkışıp kalmakta. “Yol Boyunca” da olduğu gibi yanımızda duracak, bizi dinleyecek birini aramakta. Öyküleriniz konuşamadıklarımıza, anlatamadığımız isteklere ses vermekte, bireyin isyanına bakmakta diyebilir miyiz?
R.K.:Kapitalist sistem, bana kalırsa insani olan çok şeyi yok etti ve etmeye devam ediyor. Yaşadığımız çağda insanın ruhsal donanımının yerini para, güç, cinsellik, hırs vb. aldı. Üstün teknolojiyle üretilmiş telefonlarımız, tabletlerimiz, bilgisayarlarımız ve bağlantı kurabildiğimiz birçok sosyal ağımız mevcut, fakat bütün bunlar iletişimimizi zenginleştirip geliştirmek yerine gerçek, samimi iletişimin önünü kesti. Zaman kipimiz ise tamamen şimdiki zamana evirildi. Artık sadece anı yaşıyoruz, berisini ötesini hesaba katmaksızın. Her şeye sahip olmak istiyor, olabildiklerimizi bir çırpıda tüketiphemen bir sonrakine koşuyoruz. Ve evet bütün bu hengâme içinde gittikçe daha fazla yalnızlaşan, mutsuz bireylere dönüşüyoruz. Üstelik bu döngünün getirdiği mutsuzluğun bir kast sistemi de yok; yol haritaları farklı olsa bile, örneğin plazada çalışan beyaz yakalının da, taşeron bir temizlik işçisinin de varış noktası aynı. Sözünü ettiğiniz her iki öyküde de mutsuzluğun bir tür tek tipleştirilmiş bu halini anlatmaya çalıştım.
K.Y.:Kitaba adını veren öykünüz “İt Yangını”nda büyük bir istekle sevdiği hayvana dönüşmek isteyen çocuğun, isteğinin gerçekleşip hevesinin kaçması ile yana yakıla aldığı durumu, girdiği çıkmazı görmekteyiz. Sizce bu arzuyla oluşan çıkmazda, istediklerimizin gerçekleşmesi, istediklerimizi ne kadar istediğimizi sorgulatmasının yanında elimizde olanın kıymetini bilmeye mi iter yoksa “dönüşüm gerekliydi, ben çıkmazı tatmak istiyordum ve tattım mı” dedirtir?
R.K.:Aslında en büyük çıkmazımız arzu ile isteği birbirine karıştırmak, aynı şey zannetmekten kaynaklanıyor. Oysa ikisi birbirinden çok farklı. Arzu, saf tutkunun ürünü ve ona ulaşıldığında günahıyla sevabıyla kabullenilir. İstek ise rasyonaliteye dayalı bir kavram, içselleştirmek istemediğinde kolayca reddedebilirsin. Dolayısıyla öncelikle bu iki unsurun analizini doğru yapıp, çıkış noktasını buna göre belirlemek gerekir, diye düşünüyorum. Öte yandan hayatın içinde tercihini risk almaktan yana kullanmak da var tabii.Bunun sonucunda muhteşem yanılgılar da yaşayabiliriz, sürpriz mutluluklar da.
K.Y.:“Bir Damla İllüzyon” adlı öykünüzde “Hasta bu insanlar, yanlarına fazla yaklaşma ama onlardan da korkma, onlar aslında sadece çok mutsuz,” diyorsunuz; bir başka öykünüz “Günah Emici”deise “Cahil ve merhametsiz olan biziz; kovulduğumuz cennete girebilmek isteğiyle cehennem mahkemesi kurup sahte Tanrıcılığa heves ediyoruz.” Aslında birçok öykünüzde insanların tutumlarına, yaptıklarına ve göz yumduklarına karşı eleştirel bir bakış var gibi…
R.K.:Yaşadığımız çağda ve özellikle içinde bulunduğumuz coğrafyada nasıl olmasın, sizce mümkün mü?
K.Y.:Bazı öykülerinizde hayvanlar göz ardı edilmeyecek şekilde öyküye yerleşmiş. Kimi zaman kıskanan, kimi zaman sinir eden, kimi zaman da yaşama sevinci ile dolu olan. “Her insan bir hayvana benzer” derler ya sizin öykülerinizde de sanki “her hayvan bir insana benzemektedir.” Hayvanların öykülerinizde sizin gözünüzden yüklendiği anlam nedir, sizce neyi temsil ederler?
R.K.:Siz hiç “ben bir köpeğim” diye gezinen bir kediye rastladınız mıya da “bir kuğuyum ben” diyerek caka satanbir tavuğa?.. Oysa biz insanoğlu istesek de istemesek de maskelerle dolaşıyoruz. Olmadığımız biçimlere bürünüyoruz ya da buna mecbur bırakılıyoruz. Mevlana’nın olağanüstü külliyatından ne yazık ki aklımızda ve dilimizdeki tek yerleşik kalıp olarak kalan “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” ifadesini sıkça dile getiriyoruz ancak sözün içerdiği anlamın çok uzağındayız. Hayvanlar riyasız, naifve üstelik çoğunlukla hiç hak etmesek de birçok türü bize karşı çok sadık. Bu anlamda bence hayvanlar âlemi çok onurlu bir duruşa sahip. Bizlerse beşeriz, şaşarız; eğrilerimiz doğrularımız hiç tükenmeyecek elbette. Ama “insancık” değil de “insan” olmayı denemek, bunun için çabalamak kurtuluş için yeterli bir ilk adım olsa gerek.