OKAN YILMAZ
“Her şairin bir veya birkaç ustasının olduğu kesin. Ölçütlerinizi de belirterek şiirinizi etkileyen, ‘usta’ diye nitelendirdiğiniz şairlerden bahseder misiniz?”
ANIL CİHAN
Aslına bakacak olursak, birçok şair, nedendir bilinmez, şiirlerinden etkilendiği, beslendiği, kendi şiirini/ dilini oluştururken özendiği/ feyz aldığı
şairleri veya soruda da belirtildiği üzere “ustasını/ ustalarını” açık etmekten, paylaşmaktan kaçınır. ‘Nedendir bilinmez’ dedim ama kanımca, usta bellediği, gölgesinde dinlendiği, şiirlerini keyifle ve biraz da kıskançlıkla okuduğu ustası/ ustaları ile kıyas meselesi, etkiden kurtulma/ kurtulamama durumu/ yaftası, hakarete varan ithamı korkutur büyük ölçüde şairi. Bu elbette gördüğüm, gözlemlediğim bir durum. “Etkilenmemek için, yaşayan ya da ölü hiçbir şairi okumuyorum. En azından kafam rahat.”Bu cümle ise, biraz önce sözünü ettiğim konunun başka bir boyutu ve birebir tanık olup, işittiğim bir cümle. Naçizane tavsiyem, fark ettirmeden uzaklaşın oradan. Kabul etmemek, görmezden gelmek faşizmin sularıdır çünkü. Çünkü şiir, şairine gökten zembille inen, yoktan var olan/ edilen bir durum/ oluş değildir ki, etkilenmek/ etki altında kalmak devre dışı olsun. Her şair şiirini yazarken, dilini ararken elbet bir veya birkaç ustada takılı kalmıştır belirli bir dönem. Bunun tersinin mümkün olduğunu asla düşünmedim. Tersi, anormali çağırdığı elbet. Şiirin anormalliği ile karıştırılmasın lütfen bu. İkisi başka, asla bağdaşmayacak anormallikler.
Sorunuza dönecek olursak, etkilendiğim usta/ ustalar, şair/ şairler var. Peki beni etkileyen, peşinde emeklediğim usta/lar kim/ler? Dosdoğru söylemekte yarar var, Edip Cansever. Başka bir şiiri mümkün kılması o dönem kısıtlı şiir birikimim için oldukça önemli bir durumdu elbette benim için. Şiirlerindeki, konu ve dize geçişleri, atladığı duyguyu eksik bırakmayarak, söküğünü ustalıkla dikmesi ve en önemlisi kent merkezli, kenti odak noktasına alarak, eksik olan, eksik kalan ve daima eksik kalacak kent insanına doğru yol alması, Ben Ruhi Bey Nasılım ile kentli olanı sorguya çekmesi, Cansever’i benim penceremde izlenilesi bir manzara hâline getirmişti. Bir diğer usta ise, hem kendi döneminde, hem de sonraki kuşakları etkilemiş, 80 döneminin önemli şairlerinden küçük İskender. Şiirlerindeki/ kitaplarındaki ‘olayların en kötüsünü düşünmek/ düşlemek zihni açar’ tavrı, üzerimde, yine Edip Cansever gibi bir manzara hâlini almıştı. Saydığım iki usta dışında, elbet Dünya ve Türk şiirinde, usta diye bildiğim/iz şiirlerini severek ve ilgi ile takip ettiğim/iz birçok ustadan bahsetmek mümkün. Nâzım Hikmet’ten Turgut Uyar’a, Can Yücel’den Ataol Behramoğlu’na, Ahmed Arif’ten Attila İlhan’a, Birhan Keskin’den Gonca Özmen’e, Mayakovski’den İlhan Berk’e, Haydar Ergülen’den Arthur Rimbaud’a, Lorca’danNeruda’ya … Liste uzar gider. Ne diyeyim, iyi ki de uzar gider.
FATMA YEŞİL
Şiirde ustalık neye göre, kime göre belirleniyor gerçekten bilmiyorum. Nereden geliyor bu ‘ustalık’? Kıstasları neler? Çoğunluğun okuduğu, beğendiği, yanında bulunmak için can attığı şairler mi?Türk şiirine ne katmıştır bu usta? Diğerlerinden ne farkı vardır? Bunların cevabını bulmak lazım.
Usta diye nitelediğimiz şair hem yazdığı şiirle hem de okurluğuyla hâkimiyetini kanıtlamış olmalıdır. Özgünlük günümüz şiirinde sorgulanacak bir kavram. Günümüz şairlerinin çok fazla şiir okuduklarını düşünmüyorum. Birbirlerinin şiirleri dışında şiir okumuyor, kendi yazdıkları dergiler dışında dergileri takip etmiyor, yeni çıkan kitapları umursamıyor ve hatta en kötüsü istediği kişileri yok sayabiliyorlar.
Turgut UyarKorkulu Ustalık’ta“Ustalaşmak bir kedinin kendi doğasına yabancılaşarak yavrularını yemesi gibidir. Oysa sanat aklı, olguları ve şeyleri yüklerinden kurtarmaktır.” der. Bence ‘usta şair’ kendinin farkında olmayandır. Şiirini yazar ve başkalarının gözünde ustalaşır. Son şiirini yazana dek daha iyisini yazmaktan vazgeçmez.
Ustalık kavramını tam olarak kafamda bir yerlere oturtamasam da benim eli öpülesi şairim Gülten Akın, kirpiği sakınılası şairim de Didem Madak’tır. Dönüp dönüp okuduklarım, her defasında kadın olmanın farklı boyutlarında sığındıklarımdır.
Gülten Akın’ın şiirinde önkoşul olarak gördüğü duyarlık ‘kadın’ olmakla yakından ilişkilidir. “Yazdıkça Yaşama Katılacağız” başlıklı bir söyleşisinde kadınlığı dolayısıyla ezilenleri şiirine taşımaya çalıştığından bahseder. ‘Kadın’ olduğu için bastırdığı, yok saydığı, göstermekten çekindiği duygularını şiirinde söylemiştir.
Didem Madak’ın şiirinin poetikasının oluşu veya olmayışı –çünkü bunun hiç önemi yok onun şiirinde-, kendi içinde bir bütün olarak kabul edilişi onu gizemli kılmaktadır bana sorarsanız. Yaşamını olduğu gibi, yaşarken olduğu gibi kanlı canlı karşımda duruyor onu okurken Didem. O usta olmak için değil, ölümsüz olmak için değil, o an yaşamak için yazmıştır şiirini. Şiiri, kadının günlük eylemidir.
Gülten Akın’da da Didem Madak’ta da kadının günlük rutini iç içe geçmiş izleklerle karşımızda duvar gibi durur. ‘Kadın’ın hangi sınıftan olduğunun önemi yoktur, hangi düzenden bunaldığının önemi vardır.
Kısacası benim için onları önemli kılanşiir yazma eyleminin ‘erkek işi’ olarak bilinmesine karşı dik duruşlarıdır. Gülten Akın kırk üç yıl boyunca şiir yazmayı sürdüren bir kadın olduğundan ve şiir yazmanın erkek tekelinde olmadığından/ olmayacağından bahseder. Genel kanıyı kırdığını açık yüreklilikle herkese kanıtlar.
Ayrıca Virginia Woolf da Kendine Ait Bir Oda’da “Kadınlar erkekler gibi yazıp erkeklere benzerlerse, çok yazık olur; çünkü dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken yalnızca bir tanesi ile nasıl idare ederiz?” der.
‘Usta’ kelimesi yerine Gülten Akın’ı bir anne Didem Madak’ı bir abla olarak nitelerim ben. Hiç rast gelmeyecek değiliz. Belki şiiri şiirime değer, eli yanağıma değmiş gibi.
“Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!”
MUHAMMED ABDULLAH
Bu soruya şairler sayarak değil de tek şairin ismini verip, şöyle bıyık altından gülmeyi ne kadar çok isterdim? Çok, çok… Fakat şiir beldemiz o kadar mümbit ki böyle bir tek seçim hiç de mümkün değil. Ama yine de bir tasarrufa gidebilirim zannediyorum, üç büyük şairden benim şiirime tesirleri müddetince bir usta yaratabilir, gönül rahatlığıyla ustamdır diyebilirim. Fakat şiir kuran kendimi, ustaya çırak gibi edilgen bir hâle düşürmeden, ustasından ne istediğini bilen, talebi açık ve o talebin etrafında edinimler kollayan bir talebe olarak görmeyi tercih ederek…
Benim şiirimde problem olarak önüme koyduğum üç mesele var: tarih, aktüel ve ilerleyen hafıza. Bu meselelerin hem şiir özelinde problem edilişi hem de çözümüne dair ciddi adımlarla alakalı üç büyük şairden bahsetmeliyim. Ancien ve moderne, önceliğin ve sonralığın ifadesi olmak dışında bir sürekliliğin (bizi gelenek ve yeni ayrımında kuşkuya düşürecek kadar bir sürekliliğin) zeminini Turgut Uyar, şiirinde dikkatli bir tarih bilinci olarak ortaya koyar. Bu ilk olarak önemli. Büyük Saat çevresinde gelişen şiirlere ben bu kabulle bakmaya devam ediyorum. İsmet Özel en azından Of Not Being A Jew’deki değerli bir kaç şiir dışındaki tekerlemelere kadar, bu tarih bilinciyle aktüel olan arasındaki müthiş kavgayı tertipler, aktüel olanı soylu bir şekilde hem ancien’i hem de moderne’i kapsayan tarih bilinci ile muhatap eder. Bu daha önemli. Bizim ins ü cin’den birinin yaşamına dair takvim tarifine mensubiyetimiz nasıl daha önemli olmaz! Haydar Ergülen tarihe ve aktüele bir coğrafya olarak, yani tarihe ve aktüele (tam da ihtiyaç vaktinde) lirik bir mekân sağlayarak ilerleyen hafızanın bence en önemli sahibi. Bu benim için çok daha önemli. “Ali Dükkânı” şiiri yeniden okunursa bir ipucu verebilir. Haydar Hoca’nın kendini vefa kuşağından sayması ilerleyen hafıza’ya ne güzel bir gönderme.
Yani Turgut Uyar, İsmet Bey ve Haydar Hoca bağlamında ve bu hâliyle kurduğum ilişkiden sağladığım verim, beni üç büyük şairin kurduğu ustalık süreğine (çırak değil ama) talebe eder, diyebilirim.
Türk şiirinin yalnız dolaşan ozanlarından… Birhan Keskin. İlk kitabı Delilirikler’den beri usta bir söyleşiyle selamlıyor gittikçe çoğalan okurunu ve elbette beni. Onun şiiriyle tanışmam üç, dört yılı buluyor. Şiire yeni yeni merak saldığım yıllar… Bir gün kitapçıda şiir raflarını karıştırırken Soğuk Kazı’nın ayaklarımın dibine düşmesiyle başladı hikâye. Eğilip yerden kaldırdım. Yerine koyup kitapçıdan çıkmaktı niyetim fakat öyle olmadı. İki şiirini okudum ve kitabı çantama atıp, dilimde aylarca döndüreceğimi hiç bilmeden, şu dizelerle ayrıldım oradan: “bir kritik kütle ve başkaca/ bir koyu boşluk buldum ben sana/ artık her şey tüccarların elinde”
Diğer şairlere nispeten ezber ettiğim şiirlerini bile tekrar okuduğumda aynı lezzeti aldığım nadir şairlerden. İşbu vesileyle söylemeliyim ki, elbette esinlenme, etkilenme var. Elbette onun şiiriyle kurduğum yakın bilinç, kendi şiirime ve sesime şimdilik yön veriyor. Burada salt ideolojiden bahsetmiyorum. Bilincimizde yer edinmiş her öğe, akışkan ve öteki öğelerle organik bir bağlılık içinde sürmüyor mu? Tam da bu yüzden gayet doğal. Plastik değil, sahici ve saf bir hâl bu. Çünkü benim nezdimde, ‘duygu geçimi’ kadar inandığım başka bir şey daha yok şiirde.
Bunlar dışında, İsmet Özel, Lâle Müldür, Edip Cansever, Cemal Süreya, Ingeborg Bachmann gibi isimleri uzun yıllar boyunca anlamaya ve okumaya devam edeceğim, çoğumuz gibi…
YAPRAK DAMLA YILDIRIM
Benim açımdan cevaplaması oldukça zor bir soru… Benim için şiir, çeşitli sıvılardan oluşan ve hâliyle bulunduğu kabın şeklini alan bir karışım. Her durum, her konu, her zaman kendine has bir şiir yaratıyor. Bu nedenle ben de; sesten ritme, sözcük seçiminden görsel vurguya, başlıktan imgeye kadar şiire dair ne varsa hepsini ânın gerektirdiği gibi eğip büküyorum.
Bu açıdan baktığımızda şiirlerimde en çok önem verdiğim şeyin çoğulluk ve çeşitlilik olduğunu söylemek mümkün. Tek bir dönemin, şairin, ülkenin, dilin şiirinden etkilenmiş olmam bu bakımdan olanaksız. Geçmişin kanonikleşmiş şiirlerini okumanın yanında günümüzde yazılan şiirleri de takip ediyorum. Türkçe şiir kadar İngilizce şiire de odaklanıyorum. Mümkün olduğunca çok çeşitli kaynaktan beslenip gerektiğinde yukarıda söz ettiğim sıvı karışıma -şiire- katacak malzeme topluyorum.
Çeşitlilikte ısrarcıyım. Ne kadar çok şiir tadarsam özgün şiire o kadar yaklaşırım düşüncesindeyim. Özgün olmadıktan, yeni bir şey sunmadıktan sonra şiir yazmanın bir anlamı da yok bana göre. Yeni bir şey yakalamanın yoluysa, dediğim gibi, ânın şiire verdiği biricik şekli görebilmekten geçiyor. Bu yüzden belki de en büyük korkum şiirlerimin yapı ve dil bakımından bir standarda oturması. Buna “sesini bulmak” diyorlar sanırım. Ben sesimi bulmak istemiyorum. Sesim âna göre değişsin, konulduğu kabın şeklini alsın istiyorum.
Ölçüt bu olduğunda ‘usta’ kelimesi de sorun teşkil etmeye başlıyor. Sanırım belli şairlerin değil, belli şiirlerin ustalığına inanıyorum. Okuduğum, hayranlık duyduğum ve yazdıklarımı beslediğini bildiğim sayısız şiir var. Bu yüzden, birkaç şairin adını vermeye kalksam beni derinden etkileyen birçok şiirin şairine haksızlık etmiş olacağım.
Yine de, SylviaPlath’inGünlükler’inde kendisine rakip gördüğü tek şair olan AdrienneRich’in adını -kendimden ziyade, okurlar için- anmak gerektiğini düşünüyorum. Rich’in; hem kişisel yaşamı hem akademik kariyeri hem feminist eleştiri kuramı hem insan hakları aktivizmi hem de yazdıklarıyla birçok kişiye, özellikle kadınlara, ilham olabileceği kanaatindeyim. Bahsettiğim sıvı hâl, birçok feminist şairde olduğu gibi, Rich’in şiirlerinde de mevcut.
Bu noktada şunu belirtmekte fayda var: Bugüne dek okuduklarımda, şiirin sıvı hâlinin daha çok kadınlar tarafından yazılmış şiirlerde mevcut olduğunu gözlemledim. Bu yüzden, yine Rich’in edebiyatta anne-kız soy ilişkisi üzerinden geliştirdiği kuramına paralel olarak, benden önceki kadınların yazdıkları şiirleri erkeklerinkilere nazaran çok daha yakından takip ettiğimi, ama takip mesafemi korumaya muhakkak özen gösterdiğimi söyleyebilirim.