‘KADINSANAT’, BİR DE SORUNSALLARI
Kadın Dili Sorunsalı
Edebiyatta kadın dili olması gerektiğine inanıyorum. Lakin, dilin evrimsel bir şey olduğunu, kimliklenme düzeyinde bilinçdışından da beslendiğini de belirtirsem, kadın dili denilen şeyin öyle bir anda oluşturulabileceğini düşünmüyorum. Ayrıca, hangi kadın dili? Madak’ın pasif düzeyde kadını aşka, eve, hüzne kapatan kadın dili mi, Ursula Le Guin’in ağırlıkla erkek karakterler üstünden giden kadın dili mi, yoksa erkek-egemen olana kendi içinden saldırarak, o dili sahipsiz bırakan, rahatsız eden ve yeniden dönüştüren benim dilim mi? Argo, küfür, başkaldırı mı; kadın kodlarının sadece kadın oluşluk düzeyinde (mutfak, çocuklar, aşk, mahalle vd.) kullanıldığı kadın dili mi?
Ben 21. yüzyılı başkaldırıya açık, çoklu direnişlerle (ki, çoklu evren teorileriyle de paralel) var olan ve geleceğe de o şekilde evrilen, internetin hiperkültür etkisiyle dönüştüğü bir çağ olarak görüyorum. Peki dil bundan nasıl etkilenecek? Dil kimliktir, çünkü. Pasif kalmayı, alegori yapmayı, fantastik ve korku türleri üstünden mi gitmeyi, yoksa sert gerçekçiliği mi kabul edeceğiz? Feminizmin pratik alandan beslenerek teoriye uzandığını da söylersek, kadın dilinin bu pratiklikle teori arasındaki yeri nasıl olacak?
Bana göre, ağırlıkla başkaldırarak, eril dilin içinden geçip ona saldırarak, kendi argosuna, kendi küfürlerine, hatta kendine edilen küfürlere sahip çıkarak, mevcut düzeni anarşist bir tavırla yıkarak… Sana biri ‘orospusun!..’’ dediğinde, sen de evet öyleyim, seni ilgilendiriyor mu, ahlak zabıtası mısın dediğinde, işte tam da o şaşırtmacanın estetik kıvraklığı ve keskinliği içinde kadın dili de dönüşüyor ve oluşuyor diye düşünüyorum. Yoksa, kadını kadınlara anlatmaya çalışırsak, bir arpa boyu yol gidemeyiz. Yıkım şart!..
Bir de, Helen Cixous belirtmiştir, dişil beden, dişil yazın diye bir şey vardır. Önce, beden yazılacaktır ve bununla, dünya da yeniden yazılacaktır. Afganistan’da çelik bir korseyle, erkeklerin olduğu çarşıya dalan Kubra Khademi adlı performans sanatçısını anımsayalım. Sanatsal bir bomba gibiydi. Pimi çekti ve estetiği havaya uçurdu. Kesinlikle, Ortadoğu’da sanat, hele kadının yer alacağı sanat, tüm cesaretiyle bu olmalı… Söz sanatlarının ya da görsel sanatların mıymıntılığıyla ve sansürüyle sürekli sayıklamamalı… Cixous gibi Cezayir asıllı, hibrit bir Fransız akademisyene de selam durarak… Erkeklerde de Edward Said’e… Bu olmalı…
Türkiye gibi kadının bedenine, cinsel organına çelme takıldığı yerde, partiküler düzeyde buradan da o yönde sanat çıkacağına inandığım için, ‘‘ben yazarsam sütle beslemem/ kanla boğarım’’ demiştim bir şiirimde. Sonuçta, bir Amerika’da, bir İsveç’te yaşamıyorum. Saf Ortadoğu’da yaşasaydım da, tıpkı Suriyeli şair Adonis gibi, toprak sorunsalına ve yine vatan, kan gibi kutsallara ya da kavramlara istinaden yazacaktım. Kimliğinizden, tecrübelerinizden, söylenmek adına çırpınan sözlerinizden kaçamazsınız. Sizi siz yapan yine SİZ’sinizdir!.. Bu yüzden, sanatçı kadın, dil içinde de kendiliğini ve özerk dilini oluşturmalıdır. Ben bunu tüm çilelerine rağmen yaptığımı düşünüyorum. ‘Aykırı Akademi’ adlı sitede ‘‘Açık Çek: Ben İyi Bir Sanatçıyım ve Kendimi İfşa Ediyorum’’ adlı yazıda da yazdım. Dileyenler okuyabilirler. Bir alt yapı oluşturuyorum.
Ayrıca, Woolf’un ‘‘Kendine Ait Bir Oda’’ eserinin de yanlış değerlendirildiğini düşünüyorum. Bu yönde, anakronizm yapmak her alanda yaygınlaştı. Olmuş bitmiş olayları, sanki geçmişte değil de, bugün yaşanılıyorlarmış gibi değerlendirmek doğru değil. Neden bunu söylüyorum. Çünkü, karşımızda ‘YAPI’ var. Yapı asla değişmez. 17. yüzyılda neyse, 21. yüzyılda da odur!.. Tabii, dönüşebilir. Lakin, kadın dünya üzerinde de ön plana çıkamamıştır. Çıkanlar da ya eş durumundan, ya iş durumundan, ya sınıfsal/ekonomik durumlardan ya da ilişkileri kapsamında çıkmışlardır. Orada Woolf, Shakespeare’in kız kardeşi tarihte özne olamamıştır demiyor ya da bunu dese de, kalkıp siz de özne olun demiyor. Bir kere, kendisinin kitaplarını bir erkek olan, eşi Leonard Bey basmıştır. Kendisi İngiliz orta sınıfı üstünden bu sınıfın kadınlarını değerlendirmiştir. Hatta, intiharından önce son mektubunu yine eşi Leonard Woolf’e yazmış, sen olmasan ben ne yapardım demiştir. Yani, son mektubunu bir kadına, kadınlara değil, bir erkeğe yazmıştır. Arada erkek sınıfı ya da ekonomik sınıf olmadan hiçbir şey yapılamaz, ki öyle olsaydı bugün Woolf de kitaplarıyla, düşünceleriyle aramızda olamazdı. Bizim kadın yazarları, kadın karakterleri algılama konusunda da sıkıntılarımız var. Mesela, özgürlük savaşçısı diye bilinen Jeanne D’arc, neden acaba din adamlarından şövalyelik unvanı alarak, yine din ve ulus-devlet/ulusal kimlik adına Fransa için savaşmıştır? Öyle biri gerçekten yaşamış mıdır ya da kadın mıdır? Hadi, mitolojinin peşine düşelim. Kendisi Katolik’tir. Bunu düşünelim. Yani, yapıdan bağımsız kadın hareketi ya da feminist bakış olamaz. Bu yönde, Shakespeare’in kız kardeşi, zaten yapının temsili olduğu için o şekilde kalmıştır. Haaaaa bugün birileri çıkar, onun üstüne araştırma yapar yahut bir yapıt üretir, onu dönüştürür, onu bir sembol haline getirir, orasını değerlendiririz. Woolf bu sistemi anlamış olmalı ki, kadınların kendi ekonomileri olması ve kendilerine ait bir odaları bulunması gerektiğini söylüyor. İyi de, Afrika’da kabile içinde yaşayan kadının, Türkiye’de aileyle yaşayan kadının/eşiyle yaşayan kadının, Ortadoğu’da ateş içinde yaşayan kadının odası neresi olacak? İşte, orada biraz geniş bakmalıyız. Kendine ait oda, kadının beynidir, bilincidir. Hiç olmadı, dört duvar odası yoksa, mutfaktaki masasıdır, kafeteryalardır, yazabileceği yer neresiyse, tam da orasıdır. Bu Jakoben-beyaz Türk bakışı kadın hareketlerine de sirayet etmiştir. Bir kere, İstanbul ya da İzmir gibi şehirlerdeki kadın müzelerini incelediğinizde bakınız, oralarda da sınıfsal ayrımlar vardır. Seçilen kadın sanatçıların pek çoğu ya din, ya sınıfsal kimlik, ya ailevi kimlik (özellikle bu çok belirgindir) üstünden oraya konulmuşlardır. Türkiye’de sınıf da çok belirgin olduğu için, babadan, soyadından, kocadan, toplumdan, ekonomiden, diğer kadınlardan ayrı, özgün bir kadın bulabilmek zordur. Türkiye’de yalnızlığıyla üreten ya da lezbiyen, biseksüel olduğunu açıklayan kadın yazarlar/sanatçılar bile yoktur. Bu noktada özgürlükten ve feminizmden neyi anladığımızı bir daha sorgulayalım. İngiliz orta sınıf değerleriyle durumu değerlendirmek, çeviri kafasıyla düşünmek, kendimizi kandırmak, cesaretimizi sorgulamak bize ağır geliyor. Bir de, çok boyutlu ve hakikat düzeyinde değerlendirmeler yapabildiğimiz kanısında değilim.
Erkek-egemen olanı, erkekleri hiçe saymak mümkün değildir. Eğer, bu yönde de bir yöneliş olursa, dediğim gibi tarihsel, evrimsel olarak boşa kürek sallanır. Sonra, önde neden başka, arkada neden başka kadınlar!.. Bundan… Bir kere, yapıyı çözelim ve onun içinden kendi dilimizi nasıl oluşturacağımızı düşünelim. Erkek bir yazar okuyorsanız, erkek karakterlerin merkezde olduklarını düşünüyorsanız, bunu nasıl tersine çevirebileceğinizi düşünmelisiniz. Çünkü, özellikle Türk Edebiyatı, kadını (gerek sanatçı, gerek yapıtlar, gerek karakterler) merkeze aldığında, yapı tersine dönüyor zaten. Kavga edileceğine, kavganın içinde kadınların kendi kavgalarını oluşturmaları daha doğru geliyor. Bir de, ne dersek diyelim, kadın bir şekilde penis merkezli yaşıyor, yaşamazsa deliriyor, ikiye bölünüyor, kendini gizli gizli gerçekleştiriyor yahut öfkeleniyor, erkeksileşiyor, kriz geçiriyor, histeriye tutuluyor vd… Hepimiz gerçekte neler döndüğünü biliyoruz.
Bundan aylarca evvel, mektuptur, günlüktür, her kadının yazması gerektiğine inanıyor(d)um. Sene 2017… Şimdi o kadar da inanmıyorum. Tekseslilikten ziyade, direnenler, özgün olanlar ve gerekenler yazsınlar. Kendince gizlice yazanlar da, tabii evlerinde metinler saklayabilirler. Problem yok. Ama, yazan kadın, yazar kadın, kadını yazan kadın varlığı başkadır, her kadında bu karizma yok. Diğerleri işin aktivistlik kısmında destekçi kalabilirler. Ek olarak, ajitasyon yapılmasıyla gerçek kadın yazını karıştırılmasın. Çoğu feminist yapılanmanın edebiyat diye isimlendirdiği çalışmalar siyasi metinlerdir. Edebiyatın iç estetiği feministler arasında zayıf kalmıştır, aralarında neredeyse doğru dürüst sanatçı kadın bile yer almamaktadır. Bunu düşünsünler.
Yazmak okumakla birlikte öğrendiğimiz de bir yöntemdir. Lakin, her kadın yazar olamaz, her kadın ortalamanın üstünde olamaz, her kadın sanatçı olamaz. Sanatçılık bir emek, bir yaşam biçimi, bir tecrübeler toplamı, bir sınıfsallıktır. Hatta, kadın sanatçıların içinde bile daha iyi, daha özgün, daha iddialı sanatçılar vardır, bunun dereceleri ve bağlamları mümkündür. Türkiye’de sanat ortamında kadının bir özne olduğu kanısında değilim. Daha çok parça parça yarı-özneler bir araya gelerek, tekil bir özne oluşturmaya çalışıyorlar, orada da kadının kendi-öznelliği kayboluyor. Bu yüzden, feminist hareketlere, kadın hareketlerine, kadın sanatçılara dışarıdan ve kendi kriterlerime göre destek veriyorum. Bir şeyin sürekli içinde olmanız sizi de körleştiriyor. Ben gazeteci değilim, ben aktivist değilim, ben hukukçu değilim. Ben sanatçıyım. Benim biricikliğim var ve o da hayli hassas. Bunu yitirmemeliyim. Ama, birleriyle direneceğim zaman, birileri beni söyleşilere çağırdığı zaman, birileri benim fikirlerimi öğrenmek istedikleri zaman da o militan ruhumu çekinmeden ortaya koyarım. Fakat, dediğim gibi, bu dünyada herkesin kendi hikâyesi, kendi gibilerle hikâyeleri ve diğerleriyle hikâyeleri vardır. İnsan da, kadın da asla tek boyutlu, tek kimlikli ve çelişkisiz olamaz!..
Eril Dil Sorunsalı
Eril dilin içinden geçmeden onu yıkmanın boş bir çaba olduğunu, bu çabanın benzer dilleri, tın tın ritimleri yarattığını düşünüyorum. Benim okuduğum, izlediğim sanatçı kadınların çoğu genelde yalnız şekilde var olmaya çalışarak, sonunda intiharı, cinayeti ya da delirmeyi seçmişler. Bu, işin doğasında var. İyi bir sanatçıysanız, sistemle uyumsuz hale geliyorsunuz. Dünyada da böyledir. Erkek-egemen olana politik anlamda, cinsel anlamda meydan okuyorum. Annelik mitlerini de sorguluyorum. Aileyi, devleti, yetmedi dünyayı sorguluyorum. Kadın düşmanı olanlara da, ‘‘üç iki, bir… attır’’ diyerek, onların erkekliklerini savunmasız hale getiriyorum. Çünkü, erkek programlı bir varlıktır. Programını ona karşı silah olarak kullanırsanız, bu durum onun götünde patlar. Neden bu fırsatı kaçıralım ki?
Amerika gibi bir devletin değil de, bir şirketin yine bir şirket lideri Trump tarafından yönetildiği, Fidel Castro’nun ve Hugo Chavez’in öldüğü bir dünyada Mars’a koloni kurmakla, baskıcı rejimlerin artması arasında bir paralellik var. Çünkü, dünya güç dengeleri üstüne inşa edilmiştir. Bugün yine muhafazakâr partiler, sağ gruplar, radikal gruplar merkeze geçmeye başladılar. Din savaşları var, mülteci sorunları, organ mafyaları, çocuk tacizi/tecavüzü/fuhuşu gibi durumlar da artıyor. Uyuşturucu kullanma yaşı düştü. Dünya yetmiyor, artık dünya dışı bölgelerde kolonileşmeler, yerleşkeler tartışılıyor. Bilimkurgu filmleri, dizileri ve kitapları da buna hizmet ediyorlar. Yeni bir post-kolonyal yapılanmaya doğru gidiliyor. Post-darbeler, post-sömürgeler, siber savaşlar, biyolojik savaşlar vd… Bunlar sanata da yansıyor. Dünyada grafiti de sanat sayılıyor, sokak sanatı diye bir alt türden bahsediliyor. Dijital art var. Performans kavramı öne geçti. Mona Lisa denilen insan merkezli tablonun caps’leri yapılıyor ve bunlar internette dolaşıma sürülüyor.
Ayrıca, ağırlıkla 19. yüzyılla (sanayi devrimi) başlayan siyasi feminist hareketlenmeler, 21. yüzyıla uzandığında kadının sanatın merkezine yerleşmesine de yol açıyor. Kadın sanatçılar, kadın karakterler, hatta alternatif/anti karakterler giderek artıyor. Türk Edebiyatı’nın bunlara yetişebileceğini düşünmüyorum. Türk Edebiyatı önce kendi evrimini tamamlamaya çalışmalı… Dinle, kültürle, siyasetle, etnik kimliklerle, alternatif kimliklerle, cinsellikle, şiddetle, vahşetle yüzleşmeli… Sanatçı da yaşadığı dönemden bağımsız olmamalı; o yüzden, ‘‘durma göğe bakalım’’ gibi bir argümanın betonların dikildiği bir çağda şiddetli bir etkisi yoktur. Bu ancak, kopyalanarak simülatif, sahte duygular yaratır, ki Türk Edebiyatı’nın hüzün, aşk, doğa, umut vb. gibi kavramlar üstünden artık sahte duygulara ihtiyacı da yoktur. Taşmıştır!.. Yabancılaşma ve ironi kavramlarını şiddetle öneriyorum. Distopya çağıdayız.
Sansür Nanesi Sorunsalı
Türkiye’de istediğimi istediğim şekilde yazamıyorum. Yazdıklarınız bir şekilde kırpılabiliyor. Diğer yazarlarla ve şairlerle bir araya geldiğimde, benim yazdıklarım biraz sivrilebiliyor. Öyle bir turnusol işlevi görüyorum ki, bu durum birçok ortamda şahsıma da belirtiliyor. Kadın yazar olduğumu vurgulamam, bazı erkekleri/erkek çevresini de rahatsız ediyor. Lakin, kadınlardan da o düzeyde destek gördüğümü söyleyemeyeceğim. Türkiye’de sanatçı kadın modelleri de doğru seçilmiyor. Kadının direnişiyle, var olma çabasıyla ve kavgasıyla okudukları ve paylaştıkları paralel gitmiyor. Hâlâ aşk, hâlâ hüzün, hâlâ annelik hakim…
Yayım aşamasında da zorluklar yaşıyorum. Kadın olarak erkeklerden uzak duruyorum yahut yayıncılarımla profesyonellik dışında iletişim kurmuyorum. Tersine, Türkiye’de de her şey kişisel ilişkiler üzerinden dönüyor. Yahut sevgiliniz olması, evli olmanız vb. gerekiyor. Bütün kitaplarımı bin bir zorlukla, var olma çabalarımla bastırmaya çalıştım. Türkiye’nin en önemli kadın şairlerinden biri olarak gösteriliyorum, 2000’lerin şiirine ivme kazandırdığım söyleniyor, ama gelin görün ki merkezde bildiğimiz şairlerin ya da kadın şairlerin çoğu artık 2000’lerin o yukarıda bahsettiğiniz çağını anlatamıyorlar. Kadınların da cesaretlerini ve estetik algılarını tartmaları gerekiyor.
Bir de, tabii yaratım aşamasında bunları meydana getirmek beni tüketiyor, yalnızlaştırıyor, insanlar bana hayranlıkla yönelirlerken, bilmiyorlar ki, ben kanımla ve ölümüne yazıyorum. Ama, onları da anlamaya çalışıyorum. O temsile bir türlü yüzde yüz giremedim. Ama, fark ettim ki, hayat tam da temsil istiyor ve insanlar sınıflara, güç savaşlarına inanmıyoruz deseler de, evrimsel olarak gizemi, bilinmezi ve kendilerinden güçlü olanı temsil edeni seviyorlar. Tapınma istenci büyük… Feministlerde bile… İnsanlar hakikatlerden ziyade, yalanları duymayı istiyorlar. Mütevazılık falan da işin maval kısmıdır. Aslında, güç savaşları içinde kazanmaya programlanıyorlar. Bu yüzden, kendimi de nereye koyacağımı şaşırıyorum.
Şiir festivali düzeyinde, 2014’te, Berlin’de yaşadığım üç gün rüya gibiydi. Birincisi, bizi şahane ağırladılar. En lüks otellerde, en lüks yerlerde bulunduk. Şiirlerimizi çevirdiler (yaklaşık sekiz şiir), bunları dünyanın en büyük şiir portalı ‘lyrikline’ sitesinde yayınladılar. Biz de ana dilimizle bunları okuduk. Şu an o site dolaşımda… Ardından, bize şiirler için iyi bir telif ödediler. Almanya’yı, Berlin’i gezelim diye yol ücreti ve harçlık da verdiler. Şiirlerimizi koskoca bir doğal yaşam parkının içine kurulan küçük bir enstitü binası içinde okuduk. İçeride modern bir mimari ve ses sistemi vardı. Brezilya’dan Portekiz’e vd. başka ülkelerden de insanlar mevcuttu. Sahnede biri DJ’lik yapıyordu. Aralarda şairler çıkıyorlardı. Şairlerin bir kısmı danslı gösteriler yaptılar. Biz de oraya onur konuğu ülkenin (Türkiye’nin) temsilcileri olarak Gezi Direnişi’ni anlatmak için gittik. Direniş şiirlerimizi okuduk. Bizimle röportajlar yapıldı. Özellikle, kadın şair olduğum ve kadınlık, tabular, cinsellik ve direniş odaklı yazdığım için bana ilgi vardı. Koskoca akademisyenler bana saygıyla ve hayranlıkla bakıyorlardı. Orada sanata büyük hürmet var, sanatçıların özel insanlar olduklarını düşünüyorlar. Bazı sanatçıların farklarının da farkındalar…
Birkaç aydır da, Almanya’da tanıştığım Kemal Hür adlı bir gazeteciye Almanya’nın en büyük radyolarından biri için demeçler veriyorum, ses kayıtları gönderiyorum. Taaaaa 2014’ten beri devam eden bir serüven bu!.. Beni Türkiye’den daha fazla önemsiyorlar. Arkadaşım, ‘‘sen başarılı bir şairsin, kitapların var, genç yaşta çok iş yaptın, üstelik iddialı ve güzel bir kadınsın, boş ver buraları, git Norveç’e, git Almanya’ya, bak sana nasıl gül gibi davranıyorlar’’ dediğinde bunun üstüne çok düşünmemiştim. Ama, bugünlerde artık bunun da üstüne düşünüyorum. Türkiye’de sistem, aile ilişkileri, insan kalitesi düşük, işler el ense tokatla yürüyor. Türkiye’nin en iyi sanatçılarından biriyken, ortalamaların ortalığı kaplamalarıyla birlikte, kendinizden ve entelektüel birikiminizden bile şüphe eder hale geliyorsunuz. Durum içler acısı… Ayrıca, bir kadın olarak, her yönden tehlikeye açıksınız. Devlet, erkekler, diğer kadınlar, toplum… Her yönden…
Cahit Kaya adlı eleştirmen benim serüvenim hakkımda dergiye bir inceleme yazdığında şu tespiti yapmıştı: William Blake nasıl ‘Kuzu’ şiirini yazdıysa, daha sonra da ‘Kaplan’ şiirini yazmıştır. İşte, onun ‘Masumiyet Şarkıları’ndan ‘Deneyim Şarkıları’na değin uzayan yolu, Yalman’ın şiirlerinde de görülmektedir. Gerçekten yerinde bir tespit!.. Çünkü, ‘İncinme Halleri’ adlı kitabımda incinmiş, ayrılmış, yolunu bulmaya çalışan, sevdiğini özleyen, erkeklere yavaş yavaş meydan okuyan, insanlara üzülen çok parçalı bir kadın varken, ‘Am’a’erkil’de artık kabuklaşan, argoyu kullanan, cinselliği lime lime ederek sorgulayan, erkeklere sataşan daha gergin, protest bir kadın var. Bunu bu toplum yarattı, ben değil!.. Blake’in de imlediği gibi, deneyimlerim yitirdiğim masumiyetlerime dönüştüler. Bugün çoğu insan masumiyetini yitirdi, hatta çoğunun içinde saf kötülük de var. Böylesi bir yerde, saf kötülüğe karşı saf hakiki bir sanat yapmak giderek zorlaşıyor. O yüzden, son şiir dosyamın adını da ‘Ölümsüzdür’ olarak belirledim, Lethe Kitap’ta, yayınevinde basıma hazır olarak bekliyor. Anladım ki, ben bu çalışmaları yaza yaza, hakikatle hesaplaşacağım. Nitekim, ne yaparsanız yapın ölümsüzlüğüme engel olamayacaksınız, ölsem de ölümsüz kalacağım dedim, ant içtim ve ürettim. Arı gibi üretmeye de devam ediyorum. Yerimi dolduracak tek bir isim, muadil bile bulamayacaklar!.. Kendi savunmamı da açık şekilde kendim yapıyorum. Aksini iddia eden varsa, buyursun, karşıma çıkabilir!..
Feminist Sanat (mı?) Sorunsalı
Türkiye’de feminist sanat diye özel bir alt alan yok. Bu yüzden de, sorun var. Mesela, feministlerin sıkıca sahip çıktıkları ve kadın yazınını temsil ettiklerini söyledikleri kimi şairler (kitapları Yapı Kredi’den, Metis Yayınları’ndan da çıksa) kadın yazınını ‘gerçekten’ temsil ediyorlar mı? Feminizm konusunda da bir kafa karışıklığı var. Sempozyumlara, toplantılara, kadın derneklerine çağırılan isimleri takip etmeye çalışıyorum, Allah Allah, bu isimler mastürbasyon yapmak dışında, hakikatle seyircilere, izleyicilere, takipçilere ne(ler) söylüyorlar? Yapıtlarındaki etkilerin çapları nedir ki, mikrofona hakim olabiliyorlar diyorum. Sonra, inanılmaz bir ölüsevicilik var. Ölüyü severken de, hakkıyla sevemiyoruz. Türkiye’de tabii başkaldıran, inatçı, açıkça yazan, sözünü sakınmayan, militanca aralardan sızan, çatlakları genişleten, kadınlığı, erkekliği, anneliği, devleti, yatağı, çocuk yapmayı, bedeni sorgulayan kadın yazarlara, şairlere, sanatçılara ihtiyaç var. Yok mu?!
Kadınların, örgütlenmeleri, cesur olmaları, özellikle alternatif yazarlarına/sanatçılarına sahip çıkmaları gerekiyor. Merkezdeki yazarlar artık sınıflarını koruyorlar, giderek de temsil balonuna dönüşüyorlar çünkü. Çoğunun ne yazdıkları, ne demeçleri, ne ciddimsi mi ciddimsi, kasıntı fotoğrafları, ne düşünceleri beni sarsmıyor. Samimiyet göremiyorum, tekrarlar var, çağı boyutlarıyla anlayamıyorlar, erkek-egemen yaşamın nimetlerini yitirmeyi de göze alamıyorlar. Deli, aşırı, marjinal vb. gibi imajlardan da korkuyorlar. Oysa, reform şart!.. Türkiye’de yıkıcı olandan süzme edebiyat çıkacaktır.
Türkiye Edebiyatı şüphesiz ki dünya edebiyatının bir parçasıdır. Lakin, dünya dediğimizde de, hangi coğrafyayı kastettiğimizi düşünmemiz gerekiyor. Biz Güney Afrika Edebiyatı, Tayland Edebiyatı gibi alanlar konusunda da pek bir şey pek bilmiyoruz. Mesela, bende Tayvan şiirleri üstüne bir antoloji var. Okudum. Muazzam şiirler, muazzam çeviriler vardı. Sorsanız, Tayvan’ı haritada gösteremezler. Böylesi bir kopukluk mevcut, ki dünya deyince yine güç üzerinden kimi ülkelerin edebiyatları hüküm sürüyor. Bu da bir lobi… Amerikan Edebiyatı, İngiliz Edebiyatı, Fransız Edebiyatı, Alman Edebiyatı tamam; peki nerede Slovenya Edebiyatı, Japon Edebiyatı, Filistin Edebiyatı… Hepsine hakim olabiliyor muyuz? Dünyaya bakışımız da sınırlı ve tek boyutlu… Türk Edebiyatı silkinmeli, yaşlı/deneyimli yazarlar gençlere, onların üsluplarına ‘müdahale etmeden’ (!) yön vermeliler… Böyle bir etkileşim yok. Herkes birbirine yaptırım uyguluyor. Ülkede hacı hoca, canım cicim etkisi her yerde var; akademide, sanatta, toplumda, dinde, sokakta, ikili ilişkilerde, arkadaşlık ilişkilerinde… Kadın yazarların yerleri konusunda bir netlik yok. Eşcinsel edebiyat, kanonik edebiyat gibi estetik süzgeçten geçirilen alt alanlar yok. Akımlar, akım çeşitliliği yok. Çok parçalı bir coğrafyada tek parçalı seslerin olabilmesi mümkün mü? Sonra, yeraltı edebiyatı, sokak edebiyatı dedikleri şey nedir? Fanzinlerin, dergilerin, hatta internetin etkileri ve estetik tartımları tüm ciddiyetiyle nasıl olacak? Düşünülmelidir.
Feminizm bir pratiği öncellerken, teoride hapsolabiliyor. Teoriyle kontrol altına aldığı şeylerin de, bazen pratikte kontrolünü sağlayamıyor. O şekilde ikilikler var. Bu da devletin işine geliyor. Çünkü, bir yerde toplanıp yürüseniz, polislerin sizi götürmeleri kolaydır. Ama, birkaç koldan bir direniş sergilerseniz, devlet kafası parçalı çalışmadığı için, sizi durduramaz. Sanatçı da bu anlamda başlı başına bir devrimcidir. Kitleleri de etkileyebilir, hedef kitlesini de, hiç düşünmediği insanları da… Benim mesela, genç okuyucum çok, kadın okuyucum çok, eşcinsel okuyucum çok, LGBT gruplarından okuyucum çok, Kürt okuyucum çok, sol tandanslı, hatta eski solcu okuyucum çok, yurt dışından okuyucum çok, bilim insanı okuyucum çok… Bunlar alternatif ve susturulmuş kesimleri temsil ediyorlar. Sonuçta, ortak paydalar ekseninde bir dil kuruluyor. Türkiye’nin çoğunluğunu dikkate almayı doğru bulmuyorum. Çoğunluk zaten ne kitap okuyor ne de sanatı alımlayabiliyor. Sizi de anlayamıyor. Onlara artık laf anlatmayı lüzumsuz buluyorum. Deniz yıldızı misali, kimi yakın çevreden, bir-iki toplayabilirsek, etkileyebilirsek, kimlerle gruplar haline gelirsek iyi oluyor. Mesela ben, ‘Art Academy İzmir’ adlı sanat merkezinde yazarlıktan genel kültüre, kadın atölyelerinden oyunculuğa kadar pek çok alanda pek çok öğrenciyle bir araya geliyorum. Onlarla bile zorlanıyorum. Seviye ortalama nitekim… Eğitimsizi varın siz düşünün. Merak, heyecan, takip, beraberlik yok.
Yazan kadınların temel sorunlarından biri, otosansür ve erkeksiz var olmayı başaramamak… Daha önceki bölümlerde de imledim, gizli ya da açık, bir erkeğin onayına bir kadından daha fazla ihtiyaç duyuyor çoğu kadın. Bu bir gerçek!.. Daha ‘am, vajina, feminen, feminizm, hatun, kadın’ gibi sözcüklerin etimolojik, tarihsel, evrimsel karşılıkları bile bilinmiyor. ‘Woman’ – wife of man (erkeğin karısı): Bu sözcüğü çeviri olarak rahatça kullanırlarken, bayan deme diye diretiyor kadınlar. Temelsiz ataklara acı acı gülüyorum.
Film okuma, kadın kadına entelektüel sohbetler etme, ortak projeler üretme konusunda da hayli zayıflar… Bu sohbetler gerçekleşse de, arada hasetler var. Bir feminist tiyatro kurulsa, orada yazar ve dramaturg olarak yer alırdım diye düşünüyorum. Velhasıl, bu tiyatro nasıl kurulacak? Biletler nasıl satılacak, ücretler nasıl ödenecek, çalışanların ve gelenlerin çoğu kadınlardan mı oluşacak, şüphelerim var. Akademi hayata müdahale edip, sanatın yerine geçmeye ve sopa göstermeye çalışıyor. Bunun devletin gösterdiği coptan hiçbir farkı yok. Devlet en azından kendi işini açık açık yapıyor. Peki akademik egoları, orman kanunlarını, kadının kadının ayağını kaydırmasını, kadrolaşmayı nereye koyacağız? Sanatı özerk olan, ‘vaaavvv arkadaş, ne kadınmış’ dediğiniz kaç sanatçı tanıyorsunuz? Kaçı akademinin çalışma alanlarına sansürsüzce sızıyor? Bir kere akademi zaten devlet ve sansür demektir. Kimi kandırıyorlar?!
‘Am’a’erkil’ ve Dönüşüm Sorunsalı
‘Am’a’erkil’ kitabıma değinecek olursam, aldığım tepkiler ağırlıkla şaşkınlık üzerineydi. ‘Am’a’erkil’ adıyla piyasaya çıktığında, bana erkekleri provoke etmek için mi böyle bir şey yazdığım soruldu. Neye sinirlendiğim sorgulandı. Bunu nasıl yazdın, sen ot mu içiyorsun, bu cesareti nereden ediniyorsun vd. gibi soruyla karışık tespitler geldi. Erkek yazarlar çok şaşırdılar. Bir kadın yazardan böylesi bir çıkış beklemiyorlardı. Küçük İskender vardı, ama o da erkek, hatta geydi. Ama, kadın şairler içinde böylesi bir model yoktu. Yani, cinselliği, argoyu kullanan vardı da, kendi poetikasını bu şekilde kuran, sözcüklerle ve anlamla oynayan, açıkça direnen bir şiir yoktu. Kimi orta yaşlı, hatta orta yaş üstü erkekler dediler ki, Neslihan Hanım’kızım, hanım’evladım, yavrum, kızım (!!!) vd. olmamış. Pardon, sizden kendi sanatım için icazet alsaydım, zaten aynı masada rakı içiyor olurduk. Ağzımı açtırmasınlar. Muhafazakâr sanatçıların, özellikle erkek sanatçıların, ortalama ve merkezi okumaya alışmış, uyuşturulmuş okuyucuların falan bana bulaşmamalarını salık veririm. Cidden, estetik düzeyde ölüm fermanlarını imzalarlar. Yazık olur.
Feminizm ya da kadın hareketi içinde kendiniz kalabilmeyi başarmak kolay mı? Maalesef, hayır… Entelektüelliğin, özgün yazarlığın doğasında tekillik vardır. Hangisi olursa olsun, hiçbir kitleye göbekten bağlı kalınamaz. Vur-kaç, gir-çık, görün-kaç… O kadar… Kadın sanatçıların çoğu yan yana geldiklerinde hepsi birbirini çağrıştırıyorlar. Bu yüzden… Göbek bağını çekip koparamıyorlar. O zaman, nerede bireysellik, nerede kendi-seslilik?
Türk insanı -sanatçısı da dahil- ergen gibi davranıyor. Hadi ergen gibi davransın da, bunu hiyerarşiye, titr’ine, makamına da yansıtıyor. 50 yaşındaki insanların yaptıklarını gördükçe, deliresiniz geliyor. Öyle ucuz, öyle basit, öyle işlevsiz insanlar ve ilişkiler var ki, inanın dışarı çıkıp, bir sanat merkezine bile gidesiniz gelmiyor. Herkes ben, ben, bana, bana…
Türk Sanatında Temsil Sorunsalı
Didem Madak başta olmak üzere, bugün Türk şiirinde temsil edilen, tanıtılan hangi kadın şair varsa, ben onları okuduğum yerde, geçmişte bıraktım. Artık, ‘sevgilim’ diye başlayan bir dize beni kesmiyor. Aşk kesmiyor, anneye övgü kesmiyor, doğaya pastoral sesleniş, içsel yayılma kesmiyor. O tarz bir çağın içinden de geçmiyoruz. Robotlar sümbül koklamaz dedim, bu sebeple bir şiirimde. Goldman’ı, Meinhof’u, Solanas’ı, Kane’i, Plath’i, Sexton’u, Sappho’yu vd. daha önemli buluyorum. Bu kadınların yüzlerine bile baktığınızda engel olamadığınız bir karizmayla sizi kendilerine çektiklerini görüyorsunuz. Neden? Aslında, danstan bile bahsetseler, sizi hakikate, siyah tarafa, kara maddeye doğru çekiyorlar. Devrimciler, kahramanlar, delirmeyi, ölmeyi göze almışlar. Fotoğrafları cesur… Dillerini tutamıyorlar, yazıklarında bir dışavurumculuk var. Sanat Sosyolojisi’nde değinildiği üzere, başkaldıran sanatçı modelini seviyorum. Gerekirse, kendine bile… Sanat, ‘-e rağmen’, her ş’eye rağmen yapılan bir şey… Neden ben denilse de, çok şeyi göze almalı!..
Türkiye’de sanat alılmayıcısı da doğru dürüst yok. Bakış açısı edinilmiyor. Ailede yaratıcılık, kültürlenme yok. Devlet sizi tam tersine cahilleştiriyor. Eğitiminizi devlet üniversitelerinde de doygunluğa ulaştıramıyorsunuz. Yarım yamalak bir şeylere sarılıyorsunuz. Farklılığa açık, özgün bir sanat ortamı, sanat alımlayıcısı, halk falan da yok. Bağımsız akademilerin, enstitülerin, sanat merkezlerinin kaliteleri oranınca daha nitelikli insanlar yetiştireceklerini düşünüyorum. Devlete, devlet okullarına, üniversitelere de inancım bitmiştir. Bilhassa, sanat anlamında…
Kadına intihar, ölüm, delirme gibi durumlardan başka çare bırakmıyorlar. Böcekler gibi her yana yayılmış durumdalar… İyi sanatçılar ya küsüyorlar ya da öfkeyle bileniyorlar. Ortadakilerin ‘hangi düzeyde’ (!) sanatçılar olduklarına, neyi söylediklerine, ne yaptıklarına ve etki oranlarına lütfen dikkat edin. Ben artık şu noktaya yükselelim istiyorum. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Yahya Kemal’i resmettiği bir resmin diğer figürlerini de göğüsleri açıkta kalan iki kadınla tamamlamış. Yani, mitolojide kadını ve çıplaklığı, bir erkek şair üstünden yan yana, erotik bir bağlantıyla kullanmış. Yahut, Türk resminin köşe taşlarının resimlerini görmeye gittiğimde içlerinde, kadın nü çalışan, hatta erkek nü çalışan fazla kadın ressam yoktu.
Kadınla kadını yan yana getiren, psikanalitik, erotik resimler yok, evli kadınlara şiir güzelleyen Cemal Süreya hınzırlığı yok. Olması mı lazım? Acilen… Hele, neredeyse bir 100 yıl geride kalan Türkiye’de ivmeyle… İbrahim Şinasi’lerden, Namık Kemal’lerden, Ahmet Haşim’lerden, Ahmet Hamdi Tanpınar’lardan hangi kadın entelektüellere doğru cesurca sıçrayacağız? Samiha Ayverdi’lere, Behice Boran’lara, Konca Kuriş’lere, Azra Erhat’lara selam olsun, ama onları da aşmak gerekiyor. Nasıl ki, batı sanatı babayı simgesel düzlemde öldürerek ilerliyorsa, Türk entelektüeli de babayı, hatta anneyi de öldürerek, kendi özerkliğini üretebilmeli…
Sanat, bilimi, politikayı, dini, ekonomiyi aşan en üst dildir, bana göre. Her alana sızar, her alandan beslenir. Hitabet ve etkileme gücü yüksektir. Dolayısıyla, düşünceyi durdurmak için, kimi yazarları hapse atıyorlar. Sanat politikayı parmağında oynatır. O konuda şüpheniz olmasın. Fakat, bunu da kendini kurban ederek yapar. İyi sanatçıların çoğu sistemin, dünyanın, bazen de kendi fazla-kimliklerinin, zekâlarının, yaratımlarının kurbanlarıdırlar. Özgürlükçü sanatın olmadığı noktada, tam da özgürlük olmadığı, sürekli baskılandığı için daha özgün yapıtlar da ortaya çıkabiliyor. Baskılanan zihin kendini birden sanatla fışkırtıyor. Onun da ayrı bir çarpıcılığı, ayrı bir hakikati var. Ortadoğulu sanatçılara baktığımızda, çoğunun şiirlerinin altındaki güç, yorgunluklarını, savaş ortamını, çözümleyemediklerini ifade etmelerinde yatıyor. Her ülkenin sanatı başta kendine, ardından dünyaya doğrudur. Kişi sıkıştıkça, çelişkileri arttıkça da daha iyi yaratabilir. Fakat, bunun sunum, maddiyat, basım, değerlendirilmesi kısmında sorunlar yaşayabilir. Mesela, ben, nerede baskılanırsam, orada parlıyorum ve alevlenip, yazıyorum. Bunun bedeli ise, daha önceki bölümlerden birinde belirttiğim üzere, ağır geliyor olması…
Kıymetiniz de gerçekten bilinmiyor. Bir de, genç yaşta bunca şey, bunca kaliteli ve değişik şey üretmeniz, kadınca bir poetika kurmanız da görmezden gelinmenize yol açıyor. Görmezden gelinmek, aslında çok fazla görünmek demektir. Biz buna karizma diyoruz. Körler düşünsün!..
Sanatla savaşacağız.