Dolunay Aker: Sevgili Murad Demirkol, Marmid’ten sonra 2014 senesinde çıkan romanınız Buteyra’nın yazım süreci nasıl gelişti? Bu kitabı yazmanıza kaynaklık eden sorunsal nedir?
Murad Demirkol: Kaynağın debisi birey. Çünkü toplumla yığının karıştırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Toplum dediğimiz kitle, kendini ilgilendiren olaylarda etkisiz eleman durumuna savrulmuşsa, toplumdan çok kalabalıktan söz etmeliyiz bana kalırsa.
Bireyin, toplumdan ayrılan masumiyeti ve sağlıklı bir toplum inşasındaki rolünü çok önemsiyorum.
Marmid isimli ilk romanımda olduğu gibi, yüklenici karakterlerin yön verdiği bir kurguyu ele aldım. Bunlardan en önemlisi, hayatının tamamını (Aynfuvvar) Gözecik köyünde geçirmiş ve yaşadığı 1940’lı yıllardan yaklaşık bin sene öncesinde Halep Hamdani sarayında Şair Mutenebbi’yle aşk yaşadığını iddia eden “Emmon” karakteri… Toplumun dışladığı, kuralların dışında, hatta çok ilerisinde yaşayan bir kadın… İnişli çıkışlı dünyasıyla yarışan, debisiz bir tufan… Gerçekle düş döngüsünün içinde, bin sene öncesine seslenen karmaşık bir hikâyeye duyarsız kalamadım desem yeridir.
D.A: Şiirsel anlatımın yoğun olduğu kitabınızda şairliğinizin nasıl bir katkısı oldu?
M.D: 1996 senesinde “Yine Hişt” isimli bir dergiyle tanışmıştım. Şiire ilgi duyuyor olmak ve bir derginin yarattığı kırılmayı kucaklamak… Sözüne ettiğim dergi, şiir, fotoğraf ve öykü ağırlıklı bir sınırsızlık üzerine kurgulanmıştı sanki. Bugünün dergiciliğini kıskandıracak derecede disiplinli ve bir o kadar doyurucu. Orhan veli’nin şiiriyle kıpraşan duygularım, yeni yeni Cemal Süreya, İlhan Berk ve Edip Cansever’le tanışıyordu. Şiirin vazgeçilmez büyüsü belki. Hayal gücümüze inmeler yapan, dalgalandıran tür. Marmid isimli ilk romanımda olduğu gibi ikinci romanımda da, bir şiir kaynağından söz edebiliriz. Romanla başlamam, şiirimi tamamlayan bir basamak olarak da değerlendirilebilir. Gecikmiş kırılmaları birleştirmesi açısından önemli. Daracık bir sokakta gece talimi yaptım diyebilirim…
D.A: Buteyra’nın bu coğrafyayı kucaklayan bir roman olduğunu düşünüyorum. Romanınızın tarihsel sürece bir etkisi olacağını düşünüyor musunuz?
M.D: Her yanımız savaş ve ölüm haberleriyle kuşatılmış… Sınır bölgesinde yaşıyor olmak ve sınırın diğer tarafının yangın yeri olduğunu bilmek nasıl bir duygu karmaşasıysa o. İktidar ve birey çatışkısı en çok da bu coğrafyanın yazgısı iken, yığınlar halinde ölüme gitmek çok şaşırtıcı. Bezirgânların yarattığı naylon bir dünyadan söz edebiliriz aslında. Daha fazla zenginin oluşabilmesi için, daha çok düşmanlık yaratan bezirgânlar… Savaştıran, ayrıştıran, haritalar üzerinden yeni yoksulluklar devşiren bezirgânlar… Bu coğrafyanın hemen her yerinde denediler ve ne yazık ki, hemen her yerinde insanları ayrıştırmayı başardılar.
Zira tarihe avucunuzla yaklaşmak isterseniz, dokümanlarla haşır neşir olmak, kaynak karıştırmak yetmez. Tarihi roman, geniş bakmayı gerektirir çoğu kez. Böyle bir yola girdiğinizde, patikanın azizliğine uğramayı da göze almalısınız. Bin sene öncesi neyse bugünde aynısını yaşıyoruz, bir simge için savaşanların her inançtan yoksullar ve bir simge için savaştıranların aynı zenginler… Buteyra romanı, bu yazgıyı birçok yerde kıyasıya eleştiriyor. İsa’nın haykırışları, bilgenin sözleri, Emmon’un beklediği son… Hemen hepsi bu coğrafyanın, bu fütursuz yazgısına olan tepkiyi dile getiriyor.
D.A: Romanın daha ilk bölümlerinde inanç ve inançsızlık tanımlarını bir inanç eksini üzerinden incelediğinizi görüyoruz. Modern zamanlarda inanç sizce aranması gereken bir şey mi?
M.D: Murathan Mungan “Bireyleşmiş kişilerle, bireyleşmesi tamamlanmamış kişilerin duygusal süreçleri arasında toplumsal kopmalar bağlamında önemli farklar vardır.” der. İnançların iyiden yana olan insanları araması gereken bir dönem bana kalırsa. İster ideolojik inançlar, isterse toplumun doğasından gelenler, hemen hepsinin sorgulayan bireylere ihtiyacı var. İyiden emekten yana olan özgür insanlara ihtiyacımız var.
D.A: Romanın yan karakterlerinden İsa’nın varlık ve hiçlik arasında gidip gelen bir aradalık yaşadığını söyleyebilir miyiz?
M.D: İçimizde kımıldayan bir hareketliliğin farkındayız. Konuşmak bire yere kadar. Sonra yazmak, sonra çizmek, çalmak… İç dökme eylemi birazda. İsa dış dünya ile dökebildiği nesneler arasında kudretli bir bağ arayışında. Fakat bu yaşananların hiç olduğunu hatırlatarak… Herkesin içindekine benzeyen içindekini aksettiren bir ayna olmak ama onlarsız olduğunu da hissettirme çabası.
İsa, toplumun tüm hassasiyetlerine rağmen, bireyin duygusal çatışkılarını ayıklayarak onları haklı çıkarmaya çalışmış adeta. İçimizdekilerin, toplumun çok ötesinde olduğunu inadına didiklemiş. Herkesle kavgalı gibi görünse de, şair Nalan Çelik’in tabiriyle bilinçli bir korkuyla kendini sağlama almış olabilir. Hiç kimse için savaşmamak, kimsenin askeri olmamak, bilinçli ve zeki bir zihnin korkularıyla ilişkili.
D.A: Buteyra bir bakıma geçmiş ve geleceğin birleşimi gibi bir metaforu arşınlıyor. Peki, siz geçmiş ve gelecekten neler bekliyorsunuz?
M.D: Geçmişten beslenen ya da geleceğe sırnaşan bugünü konuşmak asıl mesele. Bugüne olumlu yönde neyi kazandırırsak, geçmişin kasvetinden arındırılmış bir gelecek inşa etmiş oluruz. Toplumu formatlayıp, özgür bireyler inşa edebilirsek örneğin, insanlığı kan davalı savaşlardan arınmış bir gelecekle ödüllendirilebiliriz.
D.A: Romanı okurken Amin Maalouf’un Semerkant’ını hissetmemek mümkün değil. Etkilendiğiniz yazarlar kimlerdir?
M.D: Amin Maalouf’da kişilerini simgesel kişiliklerden seçer, bu his Buteyra romanı için geçerli bir benzerlik. Marmid romanımda ki kurmaca bu özellikten uzaktır. Sonuçta her tarihi roman, kurgusu ve gerçekliği kovalaması açısından birbirine yaklaşır ki tarihi konuyu oluşturan ve olayların geliştiği çember birbirini destekleyen bir çekirdekten beslensin.
Jack London beni her dönem için, ayrı ayrı etkilemiştir. Gabriel Garcia Marquez, Stefan Zweig…
D.A: Buteyra’nın kurgusunu oluştururken beslendiğiniz kaynaklar sizi başka romanlara da götürecek mi?
M.D: Bu araştırmalar sayesinde, binli yıllardan az öncesiyle, 950’li yılların Halep Hamdani sarayıyla tanışmış oldum. En önemlisi Arap coğrafyasının en sıra dışı şairi Mutenebbi’yi ve o dönemde, Halep Hamdani sarayında serpilen ilk dönem Nusayri öğretisini tanımış olduk. Lakin yeniden bir tarihi kurguya bulaşmak istemiyorum açıkçası. Tarihi kurgularda, yazarın üzerinden atamadığı bir huzursuzluk var sanki. Peşini bırakmayan o gerçekliğe sırnaşma zorunluluğu. Buna rağmen bu araştırmalar sırasında şair Mutenebbi’yi keşfetmek inanılmaz bir duygu. Onun yarattığı şiirle ilgili yeni bir çalışma yapmak isterim.
D.A: Son dönem de yazılan romanları nasıl değerlendiriyorsunuz?
M.D: Ülkeye ve yaşadığımız döneme çok benziyor. Roman veyahut şiir hiç fark etmez, kentin ve bireyin karşılaştığı tüm tehlikelerle karşı karşıya. Sanal bir dünyanın hedefinde… Naylon düşüncelerin pençesinde, az komplo teorisi, yanına dedikodu sanatı. Teknoloji, magazinleştirme ve daha birçok olumsuz etkenle karşı karşıya. Bence işin aslı, nasıl sattırabilirim kaygısı…
Yaratılan yapay toplumlar, iktidarlara yakın olma histerisi, şişirilen zihinler, bireyin yaşadığı travma, edebiyata da yansıyor ne yazık ki. İlgimiz o kadar çok şeye yönlendirildi ki, istediklerini yazdırdıkları bir edebiyat türüyle burun buruna geldik…
Yeni romanlardan çok, yeni okuyucu profili de sorgulanmalı bence. Nitelikli bir okuyucu, yazarın çizgisini doğru belirlemesi açısından önemli bir etken çünkü. Günümüz okuyucusu öyle bir yerde ki, ona seslenen yazar, neredeyse her yazdığının alkışlanacağından emin.